2012'den essay'lerimi yazacak bir kul diliyorum.

humçik.


cuma günü "ben pazar niye kütüphaneye gidecektim ya" diye düşündüm. sonra cevap veremeyince aklımdan çıkarmışım. efendime söyleyim hafta sonum böyle bi rahat dertsiz tasasız geçti. sonra okula gittim bugün. günün son dersinde öğrenmiyim mi ki 50x70 karton hazırlanacak üç boyutlu proje için. bulunan fikirler ilham kaynaklarıyla birlikte yazılacak falan. DEDİM Kİ "ŞAKA MI LAN." değilmiş. neyse haldır haldır kütüphaneye gidip on civarında görsel buldum. sonra onları dolaba astım şekil 1a:

  

maksat ilham alayım bakıp bakıp. derken internete girmeyim mi. işte ondan sonraa oldu mu saat bir ortada hala hiçbir şey yok. evrene yukarıdaki surat ifademi yolluyorum. ha bi de siz siz olun heves kıran olmayın, özellikle de sevgilinize karşı. etkisi on kat oluyor çünkü.

oğlum şaka mı lan?

emekli milletvekillerinin yeni maaşı son yapılan zamla birlikte 8 bin lira oldu. oturuyorsunuz lan. yani. OTURUYORSUNUZ. pierre cardin donlarınız mı eskiyor nedir. hakikaten adalet diye bir şey var mı lan. vay arkadaş. hadi bu dünyayı geçtim de (zira göremiyoruz), sevgili tanrı, orda durumlar nası?

helelelelelelelele.



yarın art and culture hocasının ısmarladığı üç boyutlu hugo'ya gidiyorum. zira derste onları okumuştuk. saçımı  ASİ-METRİK kestirdim. ama hepsini sol taraf gibi kısa kestiresim de yok değil. VAR. evde jöle aradım üç yıl sonra. yokmuş. kuafördeki çocuk yarım saat bir karışlık saçımı yıkadı. ayıptır. sanki üç aydır banyo yapmıyormuşum gibi. başka da diyecek bir şeyim yok. bu aralar cümleler çok kesat. la roux dinleyin.

video killed the radio star.


çünkü bazen belki de her şeye "sıçayım ya" diyerek başlamak ya da gün boyu somurtmak istiyorum. nedenli ya da nedensiz. 

uyak severim. haydi.
diyeceğim odur ki hayatınızda değerli olarak gördüğünüz şeyleri onları umursamaz duruma gelecek kadar ertelemeyin. çünkü umursamazlık iki taraf için de kırıcı. çünkü bir şeyler değişirken acı veriyor.

ben iyiyim. siz nasılsınız?



"Sanatımı Serbest Bırak" projesi, sanatın ve sanatçının üstündeki, her geçen gün artan baskıyı gözler önüne sermek ve sanatçıların, seçmiş oldukları bu yolda, karşılaştıkları engelleri görsel bir dille anlatmak amacıyla oluşturulmuş bir fotoğraf ve video projesidir.

beş saattir erteliyorum.

en son dolapta mandalina buldum.
işbu fotoğraf çok sevdiğim bi hatuna ithaf edilmiştir....
Wave / Ocean / Beach / Photography

bi şeylerin beni kırılganlaştırmasına izin vermedikçe mutlu olamıyorum blog. kırılınca da aynı boku yemişlik kaldığı yerin daha da altından devam ediyor. elimde olsa kendimi bi kutuya koyup en yakın okyanus kenarına postalardım. 
geçen gün art and culture'da olay çıkaran kız bugün de computing'de gaza geldi. ahahaha. hatun kişinin biri hocaya ödev hakkında soru sordu, hoca da o sırada derse başladığından klasik hoca tavrıyla "sırası mı şimdi? ne alakası var şimdi?" gibi manasız soruları sıraladı. kızcağız neye uğradığını şaşırdı tabi. neyse efenim tam dedik hoca yine bi yerlere uçmuş, bizimki atladı "arkadaşımız soru soruyo niye cevap vermiyosunuz? cevap vermek zorundasınız. kendinizi ne sanıyosunuz?" diyerek. hoca da bi şeyler dedi (şu an hatırlayamıyorum çünkü ikinci bi şok geçirdim bununla) bu gerizekalı da "mnömnönmninimi" diyerek hocanın taklidini yaptı gözünün içine baka baka. hoca da "bu disiplin suçu yalnız. çık dışarı." dedi. bu da "çıkmıycam önce quizime giricem sonra çıkıcam."dedi. hoca da "quiz üçüncü ders o zaman gelirsin çık dışarı." diyerek son noktayı koydu. sonra bu mal arkadaşımız ortamı terk edince olay bize patladı. adam saydı bi güzel, gerildi yine hava falan. kalacak o olacak en sonunda lan. çok değişik kafalar bunlar. ilginç. neyse içimde kalmasın anlatayım dedim. atraksiyon doluyuz. 

bi de bugünlerde okulda çok fazla gerzek kız görmeye başladım, bilhassa servis ve kütüphane kafesinde. böyle incecik ses, saçma salak cümleler, tuhaf hareketler falan. servisteki kızlardan biri oturduğu yerde ayağını yere vurarak ve kikirdeyerek gülme becerisi gösterdi mesela yol boyu, bir değil iki değil. yanındaki zekasızla kulaklık falan paylaşmışlardı. ayrıca bu tiplerin bi de ortak bir aktivitesi var ki o da şu: dokunmatik telefondan facebook fotoğraflarına bakarak dedikodu yapmak. hiç sekmiyor.

ayrıcaaa bilet aldım 23'ünde annem yokken çok güleriz'e gidiyorum. görüp iç geçirdiğim oyunun festivalle ayağıma gelmesi çok şık oldu. 
her yerde benzer fotoğraflar görmenin "kusma" evresine gelmiş bulunmaktayım sanırım. hayattan minik kareler tadındaki fotoğraflarda arka fonda güzel kumaştan bolca bi bluzla poz vermiş kupalı/kitaplı/kedili/ojeli kızlardan BIKTIM LAN. ve şu var ki. gözüm ister istemez bu "eğitimi" ala ala bunları olması gerekenmiş gibi algılıyor. bu kızı yeniden büyütmeliyim, kor ateşlerde yürütmeliyim. görsel hafızamın yeniden yapılandırılmaya ihtiyacı var. evde ne zaman bu kadar fazla zaman geçirsem geçen yılın buhranlı günlerine dönüyorum. üzerimde test çözme zorunluluğunun o iğrenç huzursuzluğu dolanıyor. hala geçmemiş. hala arkadaşlarımın istanbul'da çekilmiş fotoğraflarını görünce üzülüyorum, o da hala geçmemiş.

bi de geçen in time'a gittik. şu bahsettiğim şey değil mi lan. allaaşkına bi bakın. ersincim sen yanlış yerdesin bi koşu holivuda gitsen köşeyi döneceksin.

beynimin içiyle fazla baş başa kaldığım bi başka günden daha selam ederim. gideyim de sketch yapayım.
ben her yerde bunu görmek zorunda mıyım lan. hangi siteye girsem bu. nası bi paradır arkadaş internette reklam vermedik yer bırakmamışsınız.


bu bayramda gördük ki aile bireyleri olarak evde belli saatlerden fazla görüşmemiz ilişkilerimizi zedeliyor. onu geçtim bu yalnızlık mevzuu genetik herhalde. hiçbir allahın kulu eve uğramadığı gibi hiçbir allahın kuluna da biz gitmedik bayram ziyareti münasebetiyle. bildiğin yayılmış oturuyoruz. ondan sonra da babamın vay efendim bayramımı kutlamadılar diye bozulması insanı karmaşık düşünce sarmallarına atıyor. ha yalandan yalandan iki çikolata yemeye gelen akrabaları zaten görmek istemem orası ayrı da bi iki kuzen göreydik fena olmazdı bu bayram. bi istanbul yapaydık falan. ama yok. ailecek gerginiz çünkü. baş sebep de tabi ki ben. neden? ÇÜNKÜ EVE GEÇ GELDİM DOSTUM. EVE GEÇ GELDİM LAAAAAAAAAAAN. 

bazı şeyleri aklım fikrim almıyor ya.




efkârın a'sı.

zaman geçtikçe üzerini toz toprak kaplamış olan o yolun başlangıcındaki bulanık anıyı daha güzel kelimelere böldükçe en derin nefesi de alabilirsin. mümkün yani böyle bir şey. bi şarkıyla kafandan vurulmuş olmak gibi bi bi bi bi bi. hadi canım o da düşünüyor mu? belkilerden bir çelenk. devam etmeye çalışmaklar çabasında boğulmak istemedikliğim çok fena açık pasparlak ortada. kendime kendimi anlatamıyorum. uzanamadığından değil. bu bir bir bir şeyler. özel. kelimeleri yuttukça güzelleşen bir şeyler varsa, hoppaaa çok fena sıçtın dostum. hem o çocuk yarın sana bakıp gülümseyecek. ne diyeceksin? bilemiyorum çünkü rakı dedim, dedim yani. çok içermişim gibi. güldüm de. gülmedim değil. beni bırakalım. bir köşeye koyalım desem, kendim kendimi bırakamıyor. mutsuzluğumu kırışmaması için evden çıkarken güzelce dolabıma asıyorum.

çok da umrum vol. 2

fena olmadı gibi. ama bilemiyorum. uhuyla ilişkimize bi süre ara verdiğimize memnunum.

çok da umrum

adlı eserimin taslağına hep birlikte bakalım:

bazılarımız orada dynamic ve balanced bir şeyler görüyor olabilir. mühim olan hocanın görmesi - which is ay em very şüpheli about. şimdi bunları kartondan kesip kartona yapıştıracağım. zira haftalardır hayatım bundan ibaret. 

dün art and culture dersinde çok acayip şeyler oldu. sınıfta kızın biri hoca düğün fotoğrafçılığından bahsederken söz alıp bu dersin daha ne kadar bu şekilde gideceğini, hiçbir şey anlamadığını, DERSİN ÇOK FİLOZOFİK OLDUĞUNU, hocanın bu zamana kadar slayt hazırlamayla ilgili bi kursa gidip gitmediğini, slaytta bu kadar yazı olmasının doğru olmadığını, accık da resim eklemesi gerektiğini söyledi. daha başka şeyler de sarf etti kendisi ama ben o sırada şok geçirdiğimden oralar aklımda kalmamış. hoca önce sakin bi şekilde cevap verdi ama bahsi geçen şahıs aynı tarzda cümle israfı yapmaya devam edince -ki ben de tam o sırada içimden "hala sakin, hala sakin, hala sakin lan!" diyordum- titreyerek üniversiteden kendisinin ne beklediğini bilemeyeceğini ama burada işlerin böyle yürüdüğünü, üniversitenin felsefenin tam da yeri olduğunu ve dahasını bağırarak söyledi. ha bana kalırsa sesi şok geçirmesi sebebiyle hala kısık çıkıyordu orası ayrı. tabi ki olay üzerine ders erken bitti ve ben de dönüş yolunda sınıfımızdaki kenyalı hatun kişiyle konuşma fırsatı yakalamış oldum. her ne kadar hoca onun da anlaması için ingilizce cevap vermiş olsa da bahsi geçen gerizekalının ingilizcesi yetersiz kaldığından asıl olayı anlayamamıştı tabisi sevgili kenyalı. kendisiyle konuşmam çok acayip bir olay bu arada çünkü hatunla kimse konuşamıyor. birincisi hatun kendi halinde, ikincisi aksanının olayı zora sokması. dediklerinin yüzde yetmişini algılayabildim ben mesela. bazı yerlerde gülüp, yees dedim, çok anlamışım gibi. ama daha da ilginci evli olmasıydı lan. hatta kocası yüzünden buraya gelmiş ve on yıl kalacaklarmış. ama neden geldikleri kısmı işte o yüzde otuzun içinde kaldı dostlar. ayrıca ilk ankara'nın yerine baktığında afganistan ve iran gördüğü için yakınlarda acayip korkmuş. ya da ben öyle anladım. okeeey. fine. see you later. bikoooz "what can i do sometimes?"
içmeden sarhoş olup salak salak güldüğüm o günlere ihtiyacım var. belki ülke olarak ihtiyacımız var. anneme de sorsan "iyi anneyimdir." diyecek. aile kavramı ne tuhaf. belirli bi yaşa gelebilmek için başkasının doğrusuyla yaşamak. uyumlu olmak zorunluluğu. sırf bu yüzden bazen distopya diye nitelendirdiğimiz o dünyaların arada bağ olmadan yarattıkları aile kavramına o kadar da olumsuz yaklaşmayasım geliyor.

düşünmek zorunda bırakıldığımız o kadar fazla şey var ki bir zaman sonra şuursuzlaşıyor olmamıza şaşmamak lazım. şuursuzluğun umursamazlığı getiriyor oluşuysa koca bir kütle olarak midemde oturuyor. ileride fahrenheit 451'daki topluma dönüşmememiz için hiçbir neden yok. acaba gelir dağılımı eşit olsaydı bile barış diye bir şey olur muydu?

retorik sorular en azından beyni oyalıyor. üstelik annem de benden daha hümanist değil. hem hümanistlik büyümekle ters orantılı.

benim aklım alıyor. ne kadar 'faşist' görüşlere sahip olduğumuzu da, dar görüşlü olduğumuzu da, kanıksamış olduğumuzu da... hepsini alıyor aklım. şaşırmıyorum. "burası türkiye!" olduğu için değil, sadece şaşırmıyorum işte. belki de değişimin hızından. yarın tutuklamalar olur, ne bileyim yasa değişir, mecliste kavga çıkar. değişir ya. gündem değişir.
hayatta kendinize yapabileceğiniz en kötü şeylerden biri de küçüklükten itibaren bir bakıma başarılı olmanız. bir bakıma başarılı olmanız diyorum çünkü "çok başarılı" olursanız kendinize kötülük yapmış olmazsınız. ama "bir bakıma başarılı" olmak ileriki yıllarda poponuzla yazı yazsanız bile ailenizin tatmin olmamasından başka hiçbir boka yaramıyor. yaptığınız hiç ama hiçbir şeye övgü falan almıyorsunuz. "güzel" kelimesinin size hissettirdiği hiçbir şey olmuyor. birkaç saniyelik ilgi ve sonrasında koca bir hiç. dört ay sonra on dokuz oluyorum. on sekiz olunca hayatımda hiçbir şey değişmedi belki on dokuzumda değişir, bilemiyorum.  

annemle çoktan yapılıp bitmiş olması gereken kavgaları üniversite hayatımda yaşıyor olmaktan mutsuzum. ailemle yaşamaktan mutsuzum. aileme bağımlı olmaktan mutsuzum. siktiğimin şehrinde kalmış olmaktan mutsuzum. geriye dönüp baktığımda elimde koca bir hiç olmasından mutsuzum. insan ne için yaşar, hiç anlamıyorum.

bir puding değil.

gözlüğüm yamuldu. istediğim gözlük çerçevesi accayip olmasa da biraz pahalı. hayatım babamın kazaklarını giymekle giymemek arasında bir yerlerde sürünüyor. ya da sürünen sadece ben de olabilirim. o kısımdan emin değilim. bu saatte uyanığım çünkü bu saatte uyanık olmayı ve sonra sabah serviste ağzım açık uyumayı çok seviyorum. öğlen eve gelince önceki günün uykusuzluğuyla uyudum ve projemle essay'im şu saatlere kaldı. projeyi bitirdim. essay'in ise allah belasını versin. cansız varlıklara beddua etmek yeni alışkanlıklarımdan. başka alışkanlıklarım da var; ama söylemem. bugün ağzı olan konuştu. birinci twitter savaşı çıkacak diye çok korktum blog. ama çıkmadı. oje falan sürüyorum ben. haber izlemiyorum mesela. sağduyulu medya beni çok üzüyor blog. sabahları çok üşüyorum. sabahları çok trafik oluyor. sabahları ve akşamları otomobil sahibi herkesten nefret ediyorum. öğlenleri ise yanımda para olmadan emniyete gidip ehliyet almaya çalışıyorum. sürücü kursu sahibiyle bir türlü seviyeli bir ilişki kuramıyoruz; çünkü ben hep çemkiriyorum blog. hep. 

yuvarlanıp gidiyorum blog. evet. üç aydır biriken statik enerjim meğer bunun içinmiş. ne oluyor pek anlayamıyorum. bazı insanlara elimi uzatsam tutarlar gibi. uzatmak istiyor muyum blog? saçlarımı diyorum uzatmak istiyor muyum? efendim? ne dedin? kim.
sen o kadar uğraş a4 kes. sonra yanlış yapıştır kartonlar rezil olsun. evde başka karton kalmasın. pazartesi akşamına yine iş kalsın. ÇILDIRACAĞIM O OLACAK. bir de karşı cinsin herhangi bir ferdine sinirlenince   kalanına da her an tavır yapma halinde olmam konusunda çeşitli teoriler üret-miyorum tabi ki. yine de ilginç. yine de değişik. 

eğlenceli geçen bi kutlamanın yine de en güzel yanı yağmur ön cama vururken ikimiz de geçici sağırlık yaşasak da güzel bi sohbet ve hafif bi müzikle içi tahminimden de güzel olan biri tarafından eve bırakılmak.

bugün, güzel.di.
hislerimin hatrı sayılır bir bölümü taslaklarda saklanıyor. söyle-ye-miyorum. başka ülkelerde nasıl oluyor bilmem ama ekin cumhuriyetinde bir insanı özlemekle başlıyor her şey, burası kesin. ve üstelik ben o mavi gözlü çocuğu dün otobüste ikinci kez gördüm.

olamaz mı, olabilir.
sevgili blog,

az önce birini doğramış gibi görünmem tamamen iki günlük uykusuzluğumla alakalı. bir bıçık saat sonra kalkıp okula gideceğim. relaks relaks ödev yapmam bi yerlerde bayılıp kalmama sebep olacak bir gün ama hangi gün. bir bıçık sayfa olması makul olan şeyi beş sayfa yazdım; çünkü mevzu bir zamanlar anadolu'da. ne yapayım yani. hı bir de allah sabah derslerinin belasını versin. diyeceklerim bu kadar.
bay.

yalnız olduğunuz kadar gerizekalısınız da.

hayatımın her yeni döneminde yalnız kalmış veya kalma tehlikesi geçirmiş bir insan oldum. sanıyorum ki olmaya da devam edeceğim. ilkokuldan ortaokula geçerken yine paçayı sıyırmıştım ama lisede kıç üstü oturmam uzun sürmemişti. lise birden ikiye geçtiğimde bir kez daha ve ikiden üçe geçtiğimde de bir kez daha çok şık bir şekilde yalnız kalmıştım. hatta son sınıfta dershane maceram bile ayrı bir yalnızlıklar silsilesiydi. kafa dengim olan insanlar hiçbir zaman için rutinimdeki yerlerde olmadılar çünkü. hep uzakta farklı okullarda farklı şehirlerde oldular. şimdi de yine yeni bir dönemde yalnızım. okulda hazırlıktan olanlar ve diğerleri arkadaş gruplarıyla, yurtta kalanlar ve diğerleri arkadaş grupları toplaşınca geriye ben ve benim gibi bir avuç insan kalıyoruz. ve ben çok akıllı bir insan olduğum için de çıkan birkaç fırsattan kaçıyor ya da reddediyorum. (neden? çünkü hanfendinin keyfinin kahyası insanlar değil onlar. sıkılacak, biliyor.) tamam sınıfımdaki insanlarla iletişim kurup gayet muhabbet de edebiliyorum; ama o kadar utanarak yapıyorum ki bunu konuşma bittikten sonra kafamdan sekiz bin beş yüz adet düşünce geçiyor. sosyalleşmenin utanılacak bir şey olduğu kafama hangi ara kazınmış gerçekten bilmiyorum. ama bazen gerçekten kaygılarımdan, detaycılığımdan, sürekli bi sonrasını düşünen yapımdan bıkıyorum.

zor dostum zor.

ankara'yı sevemediğim bir gerçek.

devran dönecekse gidemediğim festival ve konserler için dönsün lan. çok üzülüyorum.
şimdi. geçen art and culture dersinde fırfırlı gömleklerin giyildiği döneme ait bi resme klasik sanat tarihçilerinin yaptığı yorumları okudu pek sevgili hocamız sonra da olayın nasıl abartıldığını açıklayan bi takım cümleler kurdu. yani mesela işte efenim resimdeki hatunlar karanlığın içinden bir ay gibi parıldayarak aydınlanmanın hede hödösünü sembolize ederler'den girip adamın aslında oduna ve yemeğe ihtiyacı varmış resimlerini yapmış'tan çıktık. aklıma ışık hızıyla kafka'nın kitapları geldi. kendisini küçümsediğimden, entellerin yazarı o yeaa diye düşündüğümden falan değil; ama kitaptaki her bir ayrıntıdan bir yerlere varılıyor olması bende de adamın sadece yazası gelmiş yazmış fikrini uyandırıyor.du. ama bir türlü söyleyemiyordum. sonra da vazgeçmiştim zaten. lakin o gün öyle bi konu denk gelince sınıfta yine bu düşünceye sardırmaktan kendimi alamadım. arayınca bulmak diye bir mevzu var neticede yahu. kullandığı kelime sayısından tut da ne bileyim virgülüne kadar anlam çıkarabilirsin çok istersen. ki dönüşüm'ü okuduğumuz dönemde bir onu yapmadığımız kalmıştı.  

bugün bir zamanlar anadolu'da'ya gittik; çünkü ders için üzerine yazı yazmam gerekiyor. nuri bey bizleri gene şaşırtmadı tabisi. yine de hala o birkaç dakikalık sabit görüntülere alışamadığımı görmek üzücü oldu; çünkü onları izlemekten sıkıldığım o anda yönetmenin vermek istediği duygudan da koptuğumu düşünüyorum. ama olmuyor arkadaş. bir yerden sonra olmuyor yani. "eee" diyorum. istemsiz diyorum. ayrıca ee şey, aramızda kalsın ama bitiş sahnesinde de tam "eee"liyordum ki film sona erdi. kendi kendime utanmadım değil. yine de adam yapıyor mu yapıyor.

yarın milyonlarca yapmam gereken şey var. keşke hafta sonları üç gün olsa. 

yeterince şikayet ettim.

summergirl 2

okul bir yorucu bir yorucu. hocaları dinlerken yoruluyorum. özellikle introdakşın tu kominikeyşın end dizayn dersinde ve introdakşın tu kompüting'de beynim akıyor. daha uzun isimli olan derste astığımız on beş piroce üzerinden kritik yapıyor hoca ama böyle bi şey yok yani. üç saat konuşuyor lan. ayrıca ilk beş piroce üzerinde o kadar AMA O KADAR uzun konuşuyor ki hani kağıtlar kağıtlıklarından utanıyorlar artık. dahası son beş altı piroceye geldiğinde bi sonraki pirocenin kağıtlarını dağıtmak ve açıklama yapabilmek için hız yapıyor ve güme gidiyor o kağıtlar da. evet canım. benimki de güme gitti. ha zaten hiçbir yanını doğru düzgün yapamamışım orası ayrı. yalnız en çok neye üzülüyorum biliyor musun? yaklaşık sekiz saatimi falan harcıyorum ve sonunda elde ettiğim kocaman bi hiç oluyor. daha da kötüsü derste kalacağım diye paniklemek falan şöyle bi yana dursun, benden hiçbir bok olmayacak özgüvensizliği yeşermeye başlıyor yavaştan insanın içinde. 

bi başka mevzu da para. su gibi akıyor arkadaş, algılayamıyorum. yaptığım tek şeyin sabah açlıktan ölmemek için bi poğaça veya sandviç, öğlen de yemek yemek olmasına rağmen. ha bir de malzeme mevzusu var gerçi. kartonlara doyamadık. sonra tek sosyalleşme fırsatı olan on dakikalık aralarda her bir allahın kulu sigara içtiğinden saçlarım iğrenç oluyor. fakülte binası zaten ortama en uzak bina. ortam da iktisat binası bu arada. zira önünden kalabalık eksik olmuyor. ayrıca binanın iki yapıyı bağlayan yerinde bir giriş var, mübarek vadi. nasıl esiyor kapının önü anlatamam. esmeyince de donuyoruz. dönüş desen ayrı işkence. 17:40'tan sonra biterse ders o iğrenç trafiğe kalıyorum ve sabah on beş dakika olan yol oluyor sana kırk dakika. ne bileyim ya. üniversite falan. biz yanlış gelmişiz galiba. 

şu yukarıdaki fotoğrafta kızın arkasında gördüğünüz bitki var ya. hah işte nasıl arı çekiyor. nasıl arı çekiyor. akıllara zarar. yemek yerken de arılarla savaş halinde yiyoruz zaten. ağzıma girecek diye çok korkuyorum.

sakin kalanları içine alandır.

dövme üzerine düşünmenin ötesine geçtim. aklımda bi şey tasarladım. rengine karar verdim şöyle böyle. hatta bi kaç tane yaptırmayı planladım kafamda. falan. fazla düşündüğüm şeyleri bazen yaptım sanıyorum. saçlarımın daha fazla salındığı döneme ait son vesikalıkları bulamıyorum. arayana kadar hep gözümün önündeydi oysa. bugün fotokopiye çok acayip para verdim. içime oturdu. bazı şeylere verdiğim para içime oturuyor. otobüs de buna dahil. su da, çay da. 
amaçları kendimiz yaratıp amaçsızlığımızı örtbas etmeye çalışıyoruz. bir amaç yok. bir amaç, hiç olmadı. ev çok soğuk. kaloriferle verdiğimiz savaş hep bir fazlasını alabilmek için. camları niye açıyoruz bilmiyorum. gökyüzünden kendi isteğimizle kaçmışken bir parçasını istememiz neden, bilmiyorum. bir parça gök, bir parça su, bir uçurtma.

bir şey hep eksik kalıyor.

sakin, dağılmıştır. sakin bizle birlikte, bizi daha da dağıtarak dağılmıştır. sakin'in hayatıma girişi ağır olmuştur. çıkışında kördüm, içimde bir dal parçasının kırık sesi yankılandı. inkar etmedim

i ran away with my imagination

kendim olmaktan yoruluyorum. bu kadar kolay kırık dökük kalmaktan da. bazı şarkılar gerçekten on sekiz buçuk(!) yıllık hayatımın özeti. tüm sabahlar da içimin. ben belki o hayalimin içine hiçbir zaman kimseyi almayacağım. 

zaten, kimsesiz hayaller kurmayı hep sevdim. balonla beş hafta kaçsam yanıma uçurtmamı alırdım. ensem üşüyor. saçım kısa. 

su, şapka ve kar
bölüm o kadar güzel ki. daha ikinci günden güzel yani. ders içeriklerini hocaların ağzından duyunca resmen heyecanlanıyorum. ilk ödevi verdiler diye mutluluktan çıldırmak üzereyim. çok güzel ya. ÇOK. kendime küçük olması gereken a4 boyutunda bi sketchbook aldım; çünkü sayfaların rengi harikaydı. soonnraaa günün en büyük katkısı vellum'un aydınger kağıdı anlamına geldiğini öğrenmem. dhfghhgjg. bi de ödev için "başarılı olmuş" bi dergi almam gerekiyordu, ordaki reklamlardan birini seçip üzerine çeşitli şeyler yapmam gerekiyor çünkü, düşündüm taşındım öyle cafcaflı reklamlar kadın dergilerinde olur. ama d&r'dan kadın dergisi alırken ne kadar utandığımı anlatamam. (bi kız olarak boxer alsam daha az utanırdım herhalde. evet tepkim manasız ama oluyor, oldu. napalım.) hayır asıl anlamadığım 30 MİLYONA İTHAL DERGİ VAR. şaka mısınız. yabancılar alıyorsa da yazık yedikleri kazığın farkındalar mı acaba. ayrıca vogue aradım. türkiye şeysini. BİR ADET BİLE YOKTU. arkadaş bu kadar fazla okuyorsanız sokakta gördüklerim neler? falan fişmekan. tek sorun şimdilik tek bir allahın kuluyla konuşmamam. arkadaşlarımın yanına gidince, okul dışından yani, kendimi cennete düşmüş gibi hissediyorum. işin daha da kötüsü ilk iletişimi kurmak konusunda insanların benden de çekingen oluşu. neyse. daha ikinci gün. gaza gelme ekin. 
elimde olsa seni uzaktan izlemek isterim. benle ama bensiz bi dünyada neler yaptığını görmek için. mükemmelliğin imkansızlığını hissetmek istemek nasıl bir şey-di sorsalar bugünden önce cevaplayamazdım. ama bir kurabiyenin kabından tek bir kırıntısını bile geride bırakmadan çıkıp tabağıma gelivermesi ve tadının böylesine güzel olması, kafamı karıştırıyor. bir şey olmalı diyorum. bir şey. 

sonra aynadan kendime gülümsüyorum, önünde sonunda sen de gideceksin. üstelik senin görünen yolların var bu kez. görmezden gelemediğim. bildiğimiz, çok iyi bildiğimiz. ben neyin derdindeyim? sanırım yerdeki yaprakların üzerinden geçmenin. 
how often do you find the right person?

en güzel tagline olsa gerek.

buraya ilgi çekici bir başlık gelecek.

(ki okuyun)

demir çeneli melekler vardı cnbc-e'de belki denk gelmişsinizdir. denk gelmeyenler için de özetlersem amerika'da kadınların oy kullanma haklarını elde etmek için verdikleri mücadele anlatılıyor. birkaç gündür 'medya'da dönen 'fenerbahçe maçına giden kadınlar' konulu geyikleri herhalde duymayanınız kalmadı. üzerinde en fazla konuşulan (benim gördüğüm kadarıyla) kız - kadın denmesiydi. üzerinden bir gün geçtikten sonra da televizyon ve gazetede (erkeklerin egemenliği altındaki medya kuruluşlarında yani) "kadının ceza olarak görülmesi"ne işaret edenler kadın gazetecilerdi. kadınların yaptığı programlara hazırlanan "vtr"ler ise erkeklerin elinden çıkmıştı ve denk geldiğim bir tanesinde de aynen şunlar geçiyordu: 

tezahürat bile yapamadılar
taç atılırken bile çığlık attılar
maç bitimi skordan haberleri bile yoktu

dalgayla karışık, kadın gazetecilerin "vtr"nin bitiminden sonra sırıtarak karşıladıkları bu cümleleri nasıl oluyor da yedirebiliyoruz, umursamadan geçip gidebiliyoruz bunlardan, anlayamıyorum. kızlar - kadınlar olarak hakikaten bu kadar "gerzek" miyiz? bunlar olmamış da olmuş gibi gösteriyorlar demiyorum, olaya bakış açısından bahsediyorum. 

konu bir şeylerde fanatikliğe geldiğinde (sırf takım tutmak değil kastım, dini, siyasi, sosyal her konuda) yani konu koyun gibi sürünün içinde kaybolabilmeye geldiğinde üzerimize yok. ama olay ne zaman bireysele ya da azınlığa geliyor kimse elini dokundurmuyor. azınlığın içinde olsa bile dokundurmuyor.

size dokunmadan bin yaşayan o yılan dönüp bir gün sizi sokacak. değer verdiğiniz insanları sokacak.

kaçınız bir yerlerde "düşünmek mutsuzlaştırır" ve türevi cümleleri gördüğünüzde beğendiniz ya da katıldınız? bence birçoğunuz. düşünüp hiçbir şey yapmadıkça da o mutsuzluğun içinde kalmaya devam edeceksiniz. yılbaşında taksim'de bilmem kaç erkeğin saldırdığı kadının çığlıklarını herhangi biriniz duyup da unuttu mu? ben unutmadım çünkü izlediğimde ödüm patlamıştı. kadının yüzündeki dehşet hala net olarak aklımda çünkü ben de tacize uğradım. sokakta hemen her dışarı çıkışınızda yediğiniz tek bir laf bile taciz. bir ıslık, bir ses bile taciz. bunun bal gibi de farkındasınız. farkındayız. 

bunları herhangi bir siyasi görüşte olduğum ya da feminist olduğum için söylemiyorum. bunlar insan olarak yaşamaya çalışırken kadın sıfatı taşıdığım için yaşadığım, düşündüğüm şeyler. yarın kalkıp kendimizi sokaklara vuralım da demiyorum. on sekiz yaşındayım ve bu blogu izleyenlerin de üç aşağı beş yukarı aynı yaşlarda olduğunu tahmin ediyorum. çok klasik ama yarın bir gün "okumuş" insanlar olarak iş hayatında yer alacak olan bizleriz ve kabul edin etmeyin "nasılsa birileri yapar"daki 'birileri' de biz oluyoruz; çünkü düşünüyoruz ve mutsuzuz. 

sadece şunu okuyan birkaç kişinin bile içinde bir şeylere tepki verebilme cesaretinin oluşmasını isterdim, o kadar. bunları düşündükçe kendimi çok yalnız hissediyorum çünkü. evet demir çeneli melekleri izledim ve insanların cinsiyetleri yüzünden maruz kaldıklarına karşı verdikleri mücadeleyi "amaan film" deyip görmezden gelemedim. 

"aman sen de"leriniz için çarpı işareti hemen köşede duruyor. hepinize iyi geceler diliyorum.

ne için tükenmiştik?

tezler, uykusuz geceler, biyoloji raporları, sabahlamalar, sinir krizleri hep şu diploma içindi. sonunda aldık. bu da bitti. webcam'den kalitesiz kalitesiz gururlanayım dedim.

program yayınlanmış. perşembe günkü üç saatlik boşluk hariç fena değil. mesela çarşamba günü okula git - eve gel - uyu üçlüsünün sıklıkla tekrarlanacağı bir gün olacak gibi duruyor. zira sekiz kırktaki derse yetişebilmek için sekizdeki servisi yakalamam, o servisi yakalayabilmek için de yedi yirmi gibi en geç otobüste olmam gerekiyor. eh bi de hazırlanma süreci var ki kalkış saatini altı buçuk yapar. ADETA LİSE. introduction to computing dersinde de neler olacak belli değil. çünkü mesela bilgisayarlar mac. yine de 26'sı bir gelsin artık. otur otur da bir yere kadar. 

koşun koşun!

size güzel bi kısa film çaldım da geldim. ayrıca ehliyet sahibi olduğumdan bahsetmiş miydik?

evin önünde sulanmayan çiçekler gibi

-sen böyle değildin ya. noldu sana. düşünme bu kadar.

içimdeki umutsuzluğu insanlardan saklayamadığım zamanlar oluyor. konuşmaktan korkuyorum. ağzımı açmaktan, gördüklerimi söylemekten. anlatmaktan. bugün direksiyon sınavı vardı. koltuğun sırt kısmını ayarlayamadığımdan doksan derecelik açıyla araba kullandım. biraz tuhaf olduğunu itiraf etmem lazım. sanırım iyiydi ve geçeceğim. yarın öğreneceğiz sonuçları. aklımda bazı şeyler var. onları yapmak istiyorum çünkü kendimi çok çirkin ve çok yalnız hissediyorum. sevdiğim üç insan da benden çok uzakta. bir şeylerin bir türlü geçmediğini anladığımda, olanlar çoktan olmuş oluyor. geç kalmış oluyorum. kendimi mutlu etmenin bir yolunu bulmalıyım.


başım düştü saksıma.

oryantasyonun ilk gün özeti:

servisi kaçıracağım servisi kaçıracağım servisi kaçıracağım serv-
sıkıcı
kızların %80'i aynıymış.
sıkıcı
grafik var, mimarlık var, iletişim neden yok?
reklam mı hmmmmmm. yazıyorum bilgilerimi.
sıkıcı
sıkıcı
kızların %90'ı aynıymış.
sıkıcı
toplum gönüllüleri'ndeki insanları sevdim.
sıkıcı
sıkıcı
"oha abi, kızın cipi var. hem de kırmızı.........."

durduk yere takılan şarkılar var.

üst üste gelme meselesi.

hazırlığın ilk aşamasından çıkıp henüz döndüm eve; ama bahsetmek istediğim mevzular var. sınavın bir bölümünde  (ilk aşama şıklıydı) üst üste 45646 tane c işaretledim. sonra içimden "laaaan" diyerek hanfendiliğimi yerle bir ettim ve sorulara tekrar baktım. hiçbirini değiştiremedim. sonra kendi kendime - optikte çeşitli mevkilerde üç adet şıkkın üst üste gelmesinden ötürü - bi takım taktik tahminleri yaparak "gerçekten biliyo muyuz diye kontrol etmek için yapmışlar. tabi tabi. yoksa niye böyle olsun yhaah" diyerek yoluma devam ettim. sonlara doğru 'bildiğin ama bilmediğin' (bkz: advocate, implicity, virtually, devote vb.) kelimelerden serpiştirmişlerdi şıklara. iki sorum boş (tabi size 170 soruda 2 boşum olduğunu söylersem aranızdan bazılarının "OHA" diyeceğini biliyorum. ama alınmadım :::::))))) -demeyin lan. ) ve bi kaçından emin değilim. yine de geçiyorum herhalde.

şuna benzer bi soru vardı ayrıca:

 _______of them old enough to drive.

a)none
b)every
c)some
d)any

hayır bana sorarsan none da olur some da. bu ve buna benzer belki de teoride çok yanlış ama pratikte milletin çatır çatır kullandığı bi kaç soru daha vardı. 

bi başka mevzu da şu: bence ben acıktığımı anlayamıyorum. acıktığımı anlayamadığım için de sürekli bi yeme halindeyim. evde başka bi şey olmadığı için de cornflakes yiyorum devamlı. bu kadar yani. bu. dün spartacus izlemeye başladım ve bu kadar testosteron dolu bi dizi daha görmemiştim. (evet andy whitfield'ın öldüğünü de biliyorum.) rüyamda bile adamlar savaşmaya devam ediyorlardı.

not: sözlükten baktıktan sonra "devote"u hatırlamamama hayretler içinde kaldım çünkü insan nasıl olur da "hooppplıııssliii diivootıııdd tuu yuuu"yu unutabilir?

ARTIK RESM- değil tabi. kayıt da olduk. kimliği de aldık. neyse ki hacettepe ve odtü'nün aksine kimliğe üniversite sınavı için çekilen abuk webcam fotoğrafını değil de götürdüğümüz vesikalıkları koydular. ha pis pis sırıtıyor görünümlüyüm o vesikalıkta orası ayrı. 15 adet oryantasyon paketini de 4'e indirdim ve sonuç olarak "yeşilırmak seçeneği"nde karar kıldım. programın içinde kosmos ve çoğunluk filmlerinin gösterimi olması da AYRI BİR MEVZU. yeterli puanı toplayıp 1 kredilik bu dersi tamamlarkeen tabi ki de spordan kaytarmayı planlıyorum. bakalım. abim "yeterli puanı alıyor olman lazım." diyerek yüreklere su serpti. beklediğimden farklı olarak fazla karmaşık bi öğrenci yelpazesi vardı yalnız. kırşehir'den gelenden tut da iki gün önce londra'dan gelenine kadar. yani. buna. biraz. sevinmiş. olabilirim. ayrıca okulun toplum gönüllüleri çalışmalarını çok sevdim.  gerçekten, güzel. bakalım ilerleyen günlerde kurcalayacağım. evet sizi bu bomboş yazı ve şu videoyla bırakıyorum. (bazı grupların sadece bi şarkı çıkartabilmesi çok üzücü.)

ayrıca şey. how i met your mother izlemeye karar vermiştim. ama altı sezondur ted'in tanışamadığını düşününce. bilmiyorum. oh oh seyirciyi bulduk koy gitsin kafası varmış gibi geldi biraz. bu daa bööylee biiirrr-
girdi. mi? fjshgdçhkdh. motordan bile 78 almışım. vay be. ayrıca arkadaşlar bayram tatilini erkenden başlattıklarından sonuçlar ancak açıklandı ve muhtemelen direksiyon sınavı da bir sonraki hafta. bekleyip göreceğiz.

yarın abimle kayda gidiyoruz. mutlu mutsuz heyecanlı heyecansız arasında bir yerlerdeyim. okuldaki ortamımı daha çok sevsem çok daha haahhhaayylı bir hayatım olurdu diye düşünüyorum. bugün yine bir başka uğurlama yemeğindeydik ve alezden bahsettik. evet bildiğin alez. hatta başak " ielts mi? " diyerek ortama ağırlığını bile koydu. londra'da benimle aynı bölümü okuyan arkadaşımla konuştuk telefonda ve yaptıkları şeyleri dinleyince içimdeki gelecek endişesi ani büyümeler gösterdi. bilmiyorum. genel bi mutsuzluğum var ve bunu kıramıyorum. keşke bu mutsuzluğun sebebi bi karşı cins olsaydı diye düşünüyorum sık sık. keşke öyle olsaydı.

o zaman işler çok daha kolay olurdu.
sanırım biri yakışıklı adamlar ya evlidir ya da eşcinseldir dediğinde accayip bir teori (?) ortaya attığının farkında değildi; ama ben xavier dolan'dan sonra bu teoriye tüm kalbimle inanıyorum. (ha brad pitt hala bir istisna orası ayrı mevzu.)

hipster'lardan hoşlanmayanları falan bi kenara bırakalım, adamın saçı ve tarzı gayet sevimli. ama asıl üzerine laf gevelemek istediğim bunlar değil, dolan'ın ilk filmi j'ai tue ma mere. yani annemi öldürdüm. daha popüler olan filmi les amours imaginaires olmakla birlikte (ki tesadüfler sonucu haa o film o film miymiiiiiş, diyerek rastgeldiğim filmdir kendisi) daha fazla ödüllü filmi de ilki. filmin 2009 yapımı olması şu ayrıntıyı da gözümüze sokuyor: adam filmi on dokuz yaşındayken çekmiş ve izlerseniz göreceksiniz ki on dokuzunda gayet yüksek bi algı ve yorumlama olgunluğuna erişmiş kendisi.

tabi kaydın amacı film tanıtımı olmaktan çok birkaç anne temalı kayıt okuyunca benim de kendi anne - kız ilişkimi sorgulamamamı buralara yansıtmaktı; ama pek olmadı. yine de diyebilirim ki erkek olsaydım veya biraz daha az duygusal yapıda, olanı biteni aptal gibi içine atmayan birisi tepkilerim hubert'le aynı olurdu.

insanın anne - babasına sarılmaktan, özellikle annesine dokunmaktan kendini çok, çok uzak hissetmesi daha ileriki yaşlarda olması gereken bir şey diye düşünüyorum (ya da belki de hiç olmaması gereken bir şey) ; çünkü bu kadar erken olunca birini ne kadar seversen sev, ne kadar değer verirsen ver 'sarılmak' içi boş bir eylem oluyor. yaptığın hediyelerle o boşluğu doldurmak istiyorsun. yine de o yarım kalmışlık içinde, gözlerinde bir yerde kendine bir yer buluyor ve bir türlü ne kadar sevdiğini gösterememekten korkuyorsun. gösterdiğin zamanların da seni hep yüzüstü bıraktıklarını hatırlayarak. oysa dokunmak ne güzeldir.
kafayı yememek için tanrı ve adaletini kimle konuşmak gerekir, diye sordum kendime. bir imamla mı, bir papazla mı, bir ermişle mi ya da bir ilahiyatçıyla mı. dünyadaki kötülük bana sıklıkla fazla geliyor. insanın kendi kıçını kurtarmakla insanlığı "kurtarmak" arasında yapması gereken(?) seçim çok acımasız.

şimdi bir adam öldürüldü.
şimdi bir kadın tecavüze uğradı.
şimdi bir çocuk dövüldü.
bir çatışma başladı
belki de bir okul kundaklandı.

herkes yaptığı şeylerin karşılığını alarak mı yaşıyor gerçekten.

otobüs and the erler, bir haftasonu klasiği.

-topla topla topla... şimdi naptın ama sen? orta şeride geçtin. arkadan gelse biri, vurdu.
+ :((((((((((((( 

bugün girdiğim deneme sonrası cope'un zor olmanın yanından bile geçmediğini, yeni arkadaşlarımın ( :)))))))))))))))) ) audi'lerine alışmam gerektiğini, kartpostal bulmanın benim için ne kadar zorlu bi yolculuk olduğunu ve bi gün bi cinayete tanık olursam katil kaç yaşlarındaydı diye sorduklarında "eeeee 20-21 gibi. 19 da olabilir. sanırım 27'ydi........ :((((((((" diyeceğimi öğrendim. fark ettim. ve benzeri.

otobüse o kadar sık bindim ki şu yıl, iki saniyelik temasımızdan nefret besleyebildiğim benimle yaşıt biletçi bir çocuk var. gerizekalı bilet vermediği gibi isteyince küfreder gibi veriyor. ben de bugün 1.35 tl verdiğim otobüs parasının 5 KURUŞUNU GERİ İSTEDİM. elime fırlattı. djhgdşjklgmkfjdlş. bi havalar bi havalar. NEYİN KAFASINDASIN LAN. altı üstü bilet veriyorsun. oturmaktan kıçın düzleşiyor tüm gün. IDIOT. şikayet edeyim de gör. plakanı aldım lan!

hafta sonları otobüsler fena oluyor.

dün yine direksiyon dersindeydim. bu sefer farklı bi hocayla.

cuma günü ehliyet kursundan beni aramışlardı sabah dokuz buçukta. DOKUZ BUÇUKTA. o saatte tabi ki de telefonu açmadım. meğer üçündeki direksiyon dersini canlarım ikisi diye yazmışlar. beni de niye gitmedin diye arıyorlarmış. tabi ben bunları üçünde öğrendim. dün gittiğimde fark ettik ki ben listede yokum. ama sevgili eyüp derse geç kaldığından ( zira kendisi dokuzda başlayan ders için on birde hocayı arayıp " pardon biraz geciktim de geliyorum ben" dedi.) hiçbir şey olmamışcasına çalışıyorduk biz. AMA. tanrı istemezse yaprak düşmezmiş. bil bakalım ne öğrendim. FREN KULLANMAYI BİLMEDİĞİMİ. önceki hoca sağolsun ben debriyaja basarken frene basmış, bana da söylememiş. ben ki araba konusunda cahilin önde gideniyim hangi ara kendimin basması gerektiğini anlayacaktım acaba. ayrıca direksiyonuma o kadar fazla müdahale etmiş ki U DÖNEMİYORUM. dönünce şeridim kaçıyor. üçüncüde ancak şöyle böyle başarabildim. fren kullanmadan sınava girecektim bi de. tabi diğerini geçtiysem.

KAYKILIN.

öncelikle çıplak ayaklı düşes'e film tavsiyesi için buket buket teşekkürlerimi yolluyorum buradan. çok sevdim. sonra blogger yeni arayüz yapmış biraz fazla, nasıl desem, ofis işi gibi. kişiliksiz bi görünümü var. 

VE. EYLÜL GELDİ. KAYKILIIIINN!!!!!!

ağustosun sonunda bitmiş olması mucizevi gibi. 
eylül programı yapacak olursaaak:

  • 6'sında kayıtlar ve ehliyet sınavının ilk aşamasının açıklanması var. (son altı ay içinde çektirmiş olduğum vesikalık, olmayan ablama benzediğinden ve saçım uzun olduğundan gidip tekrar çektirmem gerekiyor. diyeceksin ki e uzunsa nolmuş, nüfus cüzdanında kumral olup da hayatının geri kalanına sarışın devam eden insanlardan olmak istemiyorum. o var. ayrıca yıl olmuş 2011 hala gidip vesikalık çektiriyor ve üstelik gerilim dolu dakikalar yaşıyoruz lan.)

  • olur da ilk aşamayı geçersem -ki motordan kaldığıma dair güçlü duygular besliyorum-10'unda direksiyon sınavı var. (arabayı kaldırırken hala istop ettiriyorum ya da DELİKANLI bir ankaralı gibi arabaya patinaj çektiriyorum ışıklarda. vitesi değiştirmem gereken o mühim süreyi kafamda "şimdi bu ses vitesi değiştirmem gerektiği anlamında mı yoksa hızlı gidiyorum diye mi geliyor acaba lan?" diye sorgulayarak geçiriyorum ve bunların hepsi toplaşıp bi araya geldiklerinde sınavdan geçemediğimin bildirisi sayılıyor.)

  • 13'ünde hazırlık atlamanın ilk aşaması. (geçiyorum. kaçışı yok.)

  • 14'ünde hazırlık atlamanın ikinci aşaması. (LELELLÖLELLELÖELLAALAlalalalaa. geçsem iyi olur.)

  • 26'sında okul başlıyor. öyle ya da böyle, viva la vida yavrum, diyerek ve erken kalkmaya küfürler saydırarak okula başlıyoruz.

yani aslında bir ay daha var ama en azından yapacak bir şeyler de var arada. bir yıl boyunca bi ara gece gündüzü karıştıracak kadar çalışınca insan acayip bi boşluğa düşüyor. üç ay. bomboşsun. son olarak feysbuk çette "üniversiteyi naptın sen ya" diyen arkadaşa seslenmek istiyorum. profil orada. çalış da gel abi. böyle ucuz numaralarla, ayıp.


ayrıca bundan herhangi birinizde var mı? ya biri hesap almış benden geçiniyor ya da ben anlamadım.

insanın içinin teneke kutu gibi olması hoş bir durum değil. düşündüğüm her şey yankılanıyor. bazen bir şarkıyı yeniden dinliyorum. yeniden bir şarkıyı bazen, şöyle göz göze bakıp da neden birlikte dudaklarımızı uyduramadığımızı merak ediyorum. yanına hafif bi gülümseme katıştırarak. kitap çalmak suç olmasaydı diyorum, kitap satmak yasaklansaydı. yasakları yasaklara bölmekten bahsediyorum kendime. benim de kafam karmanla çorman arası bir yerde takılıyor. hayatımın fon müziği bazen düşük kaliteli bir şarkının her notasında yankılanan o gıcırtı. sanki şarkıyı düşen, yok olan bir şeyin içinden dinliyormuşum gibi hissettiren o gıcırtı. gereksiz şeylere ne çok takılıyorum diyorum, ne gereksiz şeylere takılıyorsun diyor o kadın, kelimelerin dizilişinin yarattığı hırçın havayı üfleyip ortadan kaldırmak istiyorum. canım çiçek açmış nanenin koparılıp alınmış bi parçasını koklayınca salata çekiyor. reyhan, diyorum, ne güzel bi isim. 

değişimden korkan insanların hayatı böylesine değişirken, benimki hep sabit kalıyor. değişkenlerime isimler ekliyorum.



89 yılı için fena değil ha?
hisli olduğum günler varmış. insan düşündüklerini güzelcene - evet cene- ifade edebildiği günleri de özlemiyor değil. cümle kurabildiğim günler falan varmış. ayrıca geçmişim kabul etmediğim geçmişlerimi buralara yazıp yazıp siliyorum. kendimle barışık değilim. orijinal kızlara enteresan adamlar'ı hep sevdim. kulağa bazen egoist geliyorum. bunu kapatacak parfüm olduğunu söyleyen biriyle tanıştım. sonra bana cevap vermedi. benden hoşlanmadığını düşündüğüm insanlar benden hoşlanıyor çıkıyor. belki de sandığım kadar kendimi ifade etme özürlü değilimdir. bir doz mori hayat kurtarır. VIVA LA VIDA DİYECEĞİMİZ GÜNLERE ULAAN! çin çin canım çin çin. bu blogun eskiden daha çok gideri varmış. rahatça üküfreden - evet üküfreden- kızlara bazen çok özeniyorum. çok takıntılıyım. mesela bi iki saat önce "durgunum hocu" demişim. şu an durgun muyum. değilim. m,llet,n ne güzel arkadaşı var lan. kendimi virgün gibi hissetmek isterdim. evet virgün. uyumayın lan bilmiyorum saatler o zaman dört beş diye değil birki diye gidebilir. çıkıp sokakta dönmek de var kendi etrafında ama dönmedim niye çünkü köpeksever bir köpekkorkarım. köpekkorkar yazamamanın dayanılmaz hafifliği. LEÖELEOEOELE. ben güzelim kadınlar berbat. anlamazsan kafana sor dedim kafan bilmiyorsa bana sor ben hiç anlatmam. o zaman belki anlarsın. boşluk boşluğu doğurur muuuuuuu diye sormadım kendime. insan kendini yer. BENİ VURDULAR ama bi yanım bu işe güldü. abi ne garip ya çorap işleri falan. külot gibi. külot fransızcada kötü bi şey ama ney. kadına yönelik çirkin bi şey ama ney. bulursam söylerim. bi keresindee ekin bu ney dediyleridi ney dediydim işte ney dedilerdi de neyin ney olduğunu anca o zaman anladım. bazen beynim tekliyor. sıkıntılı anlar geçiriyoruz. bugün bi kere herkez yazdım diye aklım çıktı. HERKEZEE BURDAAN halamgiller ne garip şey. gözden çıkardım yaağni yalnız ölmesem bari. burçlara fazla takılmayın. balığım diye dövünüp sonra da anla artık balığım lan balık diye sevgilim olmayan çocuğu omuzlarından tutup sarsmak istiyorum. bana çok kırgın. löeleelöele demek ki ben de kırıyormuşum. HAYT ULAAAN.

ben de bundan bahsediyordum. uyumasını istemediğim 'adam'a buradan selamlarımı yolluyorum. doksan bir kez düğün videosu izledi ama sonunda birlikte kaçtık.

mutlularsa sorun yok.
zaman zaman olduğu gibi bi durgunluk dönemindeyim ve günlük rutinime renk katan tek şey geçen yıl bu zamanlar yazdığım saçma sapan facebook statüleri. sabahın köründe kalkıp dershaneye gitmeye yeni yeni alışmaya çalışan bünyem fena halde saçmalamış. mesela bugünkü "tut ki karnım acıktı kedimi yedim" idi. ayrıca kedi sevmem. kedi muhabbeti hiç sevmem. sadece günlerin geçmesini bekliyorum. eylül sonunu. bu sırada da ordan burdan gördüğüm videoları paylaşmaya devam edeceğim sanırım. 

önce animasyonu:


sonra da yapılışını izle.


işte. olmak istediğim yerler. yapmak istediğim şeyler.
kumanda panellerinizde gördüğünüz üz're blogger n'lerini seçiyor ve ben de sam'den mim almış bulunuyorum. aslında benim için biraz zorlayıcı bir mim; çünkü takip ettiğim bloglar birbirlerine benzer tarzda ya da ben öyle sanıyorum. evet deneyip göreceğiz.

en iyi tasarıma sahip blogger : seyrek yazsa da mrgrcn

en güncel blogger : güncellik de göreceli. gündemi takip açısındansa buraya da birini bulamadım takip ettiğim.

en meraklı blogger : abdullah tarık çakır

en çok gezen blogger : gezi blogu takip ettiğimi söyleyemeyeceğim. o var.

en çok bilgilendiren blogger(lar) : çavlan, piktobet, insan olun biraz

en çok eleştiren blogger(lar) : sürekli değil belki ama toplumsal durumlara hoş dokunduruyor batuhan kaygi ve kullanıcı adıyla bile eleştiri yönelttiğini düşündüğüm insan olun biraz

en çok kendini anlatan blogger(lar) : evini özleyen uzaylı, hiç kimse, çatıdaki sevişgen

en akıcı yazan blogger(lar) : yiğit tokgöz, larien

en yaratıcı blogger(lar) : tarz olarak kate orange, bildiğinkadın. fikir olarak çavlan

en çok güldüren blogger(lar) : bora mesut palas, demirbey, bu hatun da iyidir iyi degdimisimdi

"her türlü soru, istek ve şikayetlerinizi birinceses@gmail.com adresine mail olarak atabilirsiniz. ayrıca soru sormak için formspring hesabımı, kısa yorumlarınız için de twitter hesabımı kullanabilirsiniz. mim ay sonuna kadar devam edecek ve bayramın ilk günü blogger n'lerini seçmiş olacak. (bu kısmı yazdığınız yazıların altına kopyalarsanız çok memnun olurum.)" demiş mim'i başlatan bir ince ses.

nadir yaptığım bir iş olarak mim'i yukarıda ismi geçen blogger'lara paslamış bulunuyorum. bu arada aslında tarz olarak yaratıcı bulduğum birkaç blogger daha var ama gayet bencil bir şekilde kendime sakladım onları. ya da belki bir ara buralarda yazarım. bilemedim. acayip keyif alıyorum okurken. bi de yoruldum ya. elli kişiye falan baktım herhalde. 

  

fotoğraf benim için çok şey ifade etti. aniden oldu. içimdeki bi şeyi uzanıp sıkıca kavradı. gibi. bunun dışında anne - baba sevgisi, çocuk ve evlilik üzerine gerekli mi gereksiz mi olduğunu anlayamadığım düşünme süreçleri geçiriyorum. kaç anne çocuğunun gerçekten hakkındaki düşüncelerini biliyor acaba, diye sordum durdum kendime bugün. mesela. yarın sabah saat beşe kadar bi mucize olsa, yani işte, olsa. güzel olurdu.

'istesek de istemesek de beraberiz'

ağustos da bi bitmedi.

türkiye'de basının hep tuhaf zihniyetlerde olduğunun farkındaydım da asıl olay bugün duvara karşı'yı izlememle oldu. film 2004 yapımı, yani ilk haberleri çıktığında ben on bir yaşlarındayım. şimdi fark ediyorum televizyonda devamlı olarak dönen "seks sahneleri", "sibel kekilli", "babası ne demiş", "evlatlıktan reddetmiş", "almanya", "filmin kesilmesi" sözcük ve sözcük öbekleri o bir hafta sonunda öyle beynime kazınmış ki görüldüğü üzere hala hatırlıyorum. yıllardır filmi sırf bu duyduklarım yüzünden erotik kelimesiyle öylesine özdeşleştirmişim ki izleyince acayip şaşırdım. evet seks sahneleri var; ama film bundan oluşmuyor. fikir bu değil. anlayış bu değil. hem de hiç.

diyordum ki hani her yerli filmin hatta dizinin öne çıkarılan sevişme sahnelerine kim inanıyor bu kadar da bu adamlar devam ediyor buna. örneğini kendimde gördüm. yetişme şartlarına bağlı olarak bu filmi sırf beynime kazınanlar yüzünden izlemeyip, hakkında kesin yargılara varmış da olabilirdim. küçüklükten itibaren etrafında böyle bir kafanın olduğu insanın yetişkin olduğunda nasıl bi ahlak anlayışı olabileceğini sanıyorum hepiniz tahmin edersiniz. ondan sonra da vay efendim türkiye neden böyle, şortuna da karışıyorlar falan filan.

film demişken bi önceki kayıtta film ismi rica etmiştim. "gitmek" temalı. şurada iki yüz üç kişiyiz. hadi on kişi burayı okuyor olsun. beşi yorum yapmaya üşeniyor olsun. kalan beşinden sadece bir kişinin mi fikri var lan? naptım ben size ya. silah dayayan varsa alnınıza bileyim. müdahale edeceğim lan. iki yüz yani. üzülüyorum.

bi de geçenlerde babam "ben izmir'deyken kızlar arkadaşlık teklif edebiliyordu, öyle nezih bir yerdi." dedi. içimde "OHA LAN OHA EFSANE DEĞİLMİŞ!!!!!!111111111" diye çığlıklar atarken, dışımdan çok seviyeli gülümsemeler gönderdim.

gülşah marka aseton aldım. şişe küçük diye. şu an parmaklarım ucuz, doldurma parfüm kokuyor. teşekkürler gülşah.

kırılıyorum.


bir haftadır ehliyet sınavı sorularına bakmayı planlıyordum. iki gün önce internette arayıp buldum. bugün kalemi kağıdı elime aldım hatta soruları bile açtım. bi iki gün sonra da çözme aşamasına gelirim diye düşünüyorum.

ayrıca giderek dünyayı ele geçireceğim gibi geliyor ya da kendimi bir an için risk oynuyor zannettim.


bir de şey. bana "gitmek" konulu film önerebilir misiniz? gerçekten çok mutlu olurum. hayır genelde cevap alamıyorum da. KIRICI OLUYOR LAN. 

bu şarkı

benim çocukluğum. net. ama sözleri çok fantastikmiş. ahah.



bi diğeri de bu.

bu da giysi markası. diğerleri de.



geceyi sabaha bağlamayı seviyorum. daha önce de söylediğim gibi, içimden tekrar ettiğim gibi, eğer iki işaret parmağımın ucunu birbirlerine karşı tutarak istediğimi yapabilme gücüne sahip olsaydım 05:00-06:00 arası zamanı durdururdum. biraz sarılırdık. hiç kendi teninin kokusunu hissettin mi bilmiyorum; ama saatlerdir o kokuyu alarak oturuyorum ve merak ediyorum; bu koku seni gülümsetir miydi? hayallerim bazen boyumu aşıyor, uyuyamıyorum. sana bundan bahsetmedim.

sarmaş dolaş bir rüyanın en güzel yerinde uyanabilirsin de. sevmekten korkan adamları sevmek oysa, ne kadar da üzücü, değil mi.

aslında bu kayıt sadece bir adam içindi.

gerekli kelimeleri bulamadığımızda mı inanmamız gerekiyor yaşadığımıza, bilmiyorum. özlemeyi hiçbir zaman için bozuk paralar gibi harcamadım. kendi içimde belki çok kişiyi özledim; ama ne zaman karşımdakine söylediysem, korktum. korktum; çünkü kaç kere söylesem yetmeyecek bir sözcüğü yollara anlatamazdım. çünkü özlemek, üzerine yüklediğim anlamlar yığınının altında dilimin ucundan düştüğü an kırık dökük kalabilirdi. açıklayamazdım; çünkü ne zaman açıklamaya kalksam uzağın gölgesi bir şekilde üzerime düşerdi, karanlıkta konuşamazdım. çünkü karanlıklar fısıldaşmak içindi biraz da, bunu hiçbirinize anlatamadım.

bir sorunun, yalnızca bir sorunun sorulması ne çok şeydir aslında. kızgın değil, özlediklerime kırgın oldum ben hep ve neyim olduğunu sorabilecek kadar tanımalarını istedim beni, olmadı.

insanlara gereğinden fazla değer verdiğimin hep farkındayım da daha kaç kez kıç üstü oturup, uzun zaman geçtikten sonra kalkmam gerekiyor akıllanmam için onu bilmiyorum.

merhaba ben ekin. balık burcuyum. duygusalım. fazla konuşurum; ama çok az anlatırım. oldukça kırılgan oluşum hoşuma gitmiyor ve sevmeye, bir şeyi, birini, bir yeri sevmeye öylesine açım ki canım acıyor. son olarak arkadaşım sandığım hemen herkesi düzenli aralıklarla düşünüp şimdi ne yaptıklarını, neden uzundur bana bir şey demediklerini merak edip onlarla yine ben iletişim kuruyorum ve bu yüzden gerizekalının önde gideniyim.
şimdi düşünüyorum da keşke okul kütüphanesinden anı diye tez kitabımı çalacağıma tutunamayanlar'ı çalsaymışım.

topuklunun erkek üzerinde yarattığı etki adı altında bi sosyolojik - psikolojik araştırma olması gerektiği görüşündeyim. gerçi belki vardır. ama yani normal zamanda ayağında converse varken sana hayatta yol vermeyecek o adamın iki topuk sesi duyunca aniden kafasını kaldırarak sola çekilmesi, taksicinin parayı ben uzatmasam almayacak oluşu (zaten üç milyonluk yerdi; ama neticede taksiciden bahsediyoruz), lavabonun yerini sorduğunda garsonun sesine yerleşen o garip ton. yani değişik. anlatabiliyor muyum.

kütüphanemde duran test kitaplarına elveda deme vakti geldi ve hepsini üst üste yığınca belime geldiklerini fark ettim. küçük bi serveti çöpe attığımı tahmin ediyordum da yine de daha azdır diye düşünüyordum. ki boyum 1.72 falan.

o iş de bittikten sonra kağıtlara dalayım dedim; çünkü geri dönüşüme gitmesi gereken kilolarca kağıt var. yalnız insan çıkardığı notlara kıyamıyor. yani o kadar güzel yazmış çizmişim ki, örneğin t.s. eliot amcamızın the love song of j. alfred prufrock şiirini atamadım; çünkü kendimi o şiirin işlendiği derse adeta 'adamışım'.

cumartesi günü modaya uyup antalya'ya yollanıyorum; ancak tabi ki gittiğim beyazlıkla geri döneceğim.
büyük bi hızla dağılıyoruz. yanımda olmasını istediğim insanların hemen hepsi istanbul'a gidiyor. biri de yurtdışına. şu boktan şehirde kalan yine tek ben oldum. okulumun yarısından çoğunu üniversitemde de göreceğimden eminim ve on yıldır birlikte okuduğum embesil ordusundan farklı bir çevre edinmek istiyorum artık. üzülüyorum lan. cidden üzülüyorum. üstelik iletişimin öylesine bi bölüm olarak görülüp, elini kolunu ve parasını sallayanın geldiği gerçeği de ne kadar arkadaş edineceğim sorusunu koca boşluklarla cevaplıyor ancak.

içim sıkılıyor. veda partileri falan var. hava sıcak ve ben aslında hala mutlu değilim.

edit | underground poetix'in on birinci sayısı için çeviri aldım ve bu sefer içinde kısa da olsa bi şiir olması beni germiyor değil.


ben ilkinde 6 dakikada bitirerek yavaşlığımı ortaya koydum. sizi de görelim.

eski koltuklar

ersin karabulut'un bu çizgi hikayesini okuduğumda beğenmiş, şaşırmış ve harika bi distopya örneği olduğunu düşünmüştüm. kısa filme uyarlama fikri oldukça güzel olmakla birlikte oyunculuğu pek güzel bulmadığımı söylemem lazım. neyse şuradan buyrun:



hikaye için. (resmin tekrar üzerine tıklayınca büyüyor.)



cope with cope

merhaba. öncelikle şu çizeceğim tablodaki yanlışı bulalım: bu akşam benim dışımdaki tüm aile bireyleri dışarı çıktı.  bulduk mu? hah, tamam. şimdi sıra herkesin dışarı çıkması ve benim de aç kalmam üzerine olan tarafta. baktım midem isyan ediyor, e hazır plaj mevsimi de gelmiş kendimi aynada inceleyip beğenmemezlik yapmazsam olmaz, burger king'i boykot ettiğimden mc donalds'tan sipariş verdim. (evet. ironik. evet ordan değil de öbüründen yiyerek kapitalist sistemin dişlilerine büyük başkaldırılarda bulundum adeta. neyse burayı geçelim.) geleliiiim artılara eksilere. bi kere burger king'in paketlemesi daha güzel. yemek geldiğinde alt üst olmamış oluyor hiçbir şey; ama mc donalds'ın da patetesleri sıcaktı. ikisi de yan yanalar ve katettikleri mesafe dolayısıyla aynı. yine de patateslerin elma dilimi olmaması (oha. sipariş verirken patates dilimi dediğimi fark ettim şu an. ondan getirmemiş olabilirler bak. bi de bunu tartayım kafamda.) kalbimi kırdı. ayrıca fazla tuzluydu. burger'ın ayranı daha büyük oluyordu diye hatırlıyorum değilse de daha güzeldi ve neticede afiyetle mideme indirdim. böyle yani. bu.

bi de ilk yıl alacağım derslere yaklaşık bi yıl sonra alıcı gözle bakıp keyfe geldim ki sorma. çok güzel lan! şimdi gideyim de hazırlığı atlayayım. 
galiba işsizlikten üniversiteliliğe terfi ettim sevgili okur.

yemek masasında kısa paslaşmalar vol. 1

abim: scrabble oynayalım mı?
annem: karpuz ye karpuz.

türkçe'sinin olmasını isterdim gerçekten. uzun ama izlediğinize değeceğini umuyorum. ayrıca aklıma takılan bi başka şey de "özel hayat" kavramının gösterdiği değişim. yani bu yeni olan bi şey değil tabi ki de vahşi sözcükler kullanarak cinsellikten, kadından, erkekten olayı kişiselleştirerek bahsetmek nasıl oluyor da bu kadar taraftar buluyor kendine anlayamıyorum. her şeyi öylece ortaya sermek. kullanıcı adlarının ardına saklanarak her şeyi meşrulaştırmak bana bir değişik geliyor. neyse bunlar 04:40 kafaları.

potansiyel bi kolesterol hastası olmama karşın yediklerime tabi ki de bu yaşta dikkat etmiyorum. ileride zaten etmek zorunda kalacağım. bu, şu dakikalarda mideme ruffles ve çokonat indirdiğim için. neyse mesele şu ki neredeyse dolmuş makineye bulaşık yerleştirmenin ayrı bir sanat olduğunu düşünüyordum ki dil çıkaran amcanın şu sözünü buraya kondurmaya karar verdim : coincidence is god's way of remaining anonymous. yanisi tesadüf tanrı'nın tanımsız kalma yöntemidir.

düşünce balonlarınızı şu aşağıya aktarmanız güzel olmaz mıydı, bence olurdu.
abimle evde yalnız olmak iyi hoş da, bulaşıklar işi bozuyor. zira hep ben ilgileniyorum.

annem mutfağın halini görse..

sözün bittiği yer-ler


bu filmi izleyince ağlıyorum ben. öyle oldu. (ayrıca filmin son sahnesi belirteyim.)

ve ayrıca recep tayyip erdoğan'dan geliyor:
"Bu eylemlerin ve arkasındaki güçlerin amacı apaçık ortadadır. Türkiye cumhuriyeti, diğer bütün sıkıntıları gibi, terör sorununun da üstesinden gelecek güce ve kararlılığa sahiptir.
Türkiye, demokrasiden, hukuktan ve kardeşlikten asla taviz vermeden, terörün de, onun gerisindeki güçlerin de üstesinden gelmeyi başaracaktır. Şehitlerimizin acısı yüreklerimizi dağlarken, terörle mücadele konusundaki kararlılığımızı da güçlendirmektedir."

ee, dokuz yılda ne oldu?




bu, parmaklarımı saçlarına dolamak istediğim hatun kişi için.
bu adamı seven de var nefret eden de. ben sesini kullanış tarzını kaan tangöze'ye benzetmekle birlikte henüz karar veremedim. ama şu şarkı hoş.
az önce "jilet gibi olacak jilet gibi olacak" diyerek abimin staj pantolonlarını ve gömleklerini ütülediğim düşünülürse, taliplerimin bazı şeyleri yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum.
gençler!

tabi ki de kimseye böyle hitap edecek değilim. 

şimdi biliyorum ki aramızda kumral ada mavi tuna'yı seven sayan arkadaşlarımız var ki aralarından bazılarını pek de severim, kendisileri kendisilerini bilirler. evet kendisileri. ama fakat lakin iki yeşil su samuru'nu okumuş sevgili kardeşlerimin aradaki benzerliği gözden kaçırmayacaklarını düşünüyorum. üstüne üstlük iki yeşil su samuru 91 kumral ada mavi tuna 97 basımlı kitaplar ki, su samurlarının çok daha başarılı olduğu konusunda hemfikir olabileceğimizi düşünmüyor değilim. bilmiyorum belki edebiyat eleştirmenleri buna kendi tarzını oluşturmak falan da filan diyorlardır ama bi okur olarak aynı yazarın benzerlik çizgisini şöyle böyle aşan yapıtlar vermesini HOŞ BULMUYORUM. uzuner de beni bekliyordu zaten.

neticede kitap beklentilerimi fazla karşılayamamış olmakla birlikte sınava hazırlık süresince kaybettiğim ve tekrar kazanamamaktan dolayı ödümün patladığı "kitap okuma alışkanlığı"na geri dönüş için çıtır çerez bi basamaktı.

arz ederim. 
ya aynı kitapta ikinci kez ya da aynı yazarın farklı bi kitabında daha okudum ama şu iki cümle çok kalbimi kırıyor:

"ama bir erkek yaşamı boyunca aslında bir tek kadını sever. önce ve sonrakiler birer arayış, kaçış ve aldanıştır!"

şimdi şapkaları çıkarıp biraz hüzünlenelim.
altı - yedi yaşlarındayken küçük dayım bi gün salonda elinde mabel yazan kahverengi kaplı o ince şeyi sallayarak "sana bu çikolatayı vereyim sen de bana kumandayı ver" demişti de, anca olanlar olup da kumandayı kaptırınca mabel'in sakız olduğunu anlamıştım.

zındık.

her şeyin net olarak belirlendiği durumları pek sevmem lakin şu ara hayatım öyle bir belirsizlik içinde ki, tarif edemiyorum. içinde yatacağım odadan, hayatımda olacak insana, önümüzdeki yıl ne yapıyor olacağıma kadar her bir şey BELİRSİZ. hatta belki, hani tanrı kıyak geçerse, yaşayacağım şehir bile belirsiz. sokağa atılmış bi poşet gibi rüzgaaar nereyee... üstelik karşımdaki insanın geleceği de aynı seviyede belirsizliklerle dolup taşınca, iki taraf da kendini bırakmaktan fersah fersah uzak oluyor.

sonuç: kendimi başıboş bırakılmış gibi hissediyorum. "yapacak daha önemli işiniz yok mu yahu sizin?" sorusuna ilk defa doğruluk payı yüzde yüz olan "yoooö" cevabını verebilecek bi boşluktayım. ayrıca yaptığım her hareketten önce tuhaf bi tonlamayla "eallah" diyorum ki, akıllara zarar.

bugün motor dersini asıp telwe'de boktan bi türk kahvesi içip otuzlu yaşlarındaki biriyle yirmili yaş muhabbetleri döndürmüş olmaktan da katttiyyen pişman değilim. (on sekiz çok arada lan.) önümüzdeki hafta ev ahalisinin bir kısmının şehri terk eyliyor olması da cabası. CABASI. ama kahve hakikaten boktandı, napalım yani bira mı içecektik illa.

neyse, neticede bir erkeğin başka bir erkeğin hal ve hareketlerini çözümleyemediği asfalta yumurta kırmalık zamanlar bunlar, en iyisi uzun uzun uyumak. gidip azıcık okey oynayayım.
sevgili blog okurları goodreads hesaplarınızı yazsanız ya buralara, kaynaşsak, bakışsak, yeni kitaplar okusak.

üşenmeyin lan.
şuraya bi gün fotoğrafını koyup, altına "nasıl delirdim?" yazacağım bi adam var. AYIP LAN. geçen imge'de raflara bakınıyordum, milletin nasıl vitrin sevdası varsa benim de raf sevdam var, incisözlük'ün kitabına denk geldim. adamlar bayağı ciddi açıklamışlar falan filan gören de hani hakikaten sadece o anlattıkları gibi başkaldıran, tepki koyan bi oluşum diye düşünür de eşeği niğde'ye süreli çok uzun zaman oldu. sekiz - dokuz yaşlarındaki kuzenimi arasam acilen tedavülden kalkması gerektiğini düşündüğüm o korkunç p'yle başlayan kelimeyle hitap edecek bana. yani tamam bazı şeyleri iyi hoş yaptılar ettiler de şu an neresiyle övünüyorlar onu anlamış değilim. popülere tepki koyup kendi içlerinde çöktüler gibi değil gibi.

onu bunu bırakalım da, bazen çok ufak cümlelere ihtiyacımız oluyor. 

gel,
gitme.

bana başarısızlığın resmini çizebilir misin abidin?


buradan tez danışma hocama ve ingilizce sorularını hazırlayan ibo'ya küfürlerimi yolluyorum.
aylar önce tanıştığım bi adam bana bende olacak ufak değişimleri söylediğinde tam anlamıyla "he" deyip geçmişken, şimdi o değişimleri aynaya baktığımda görmek de bir tuhaf oluyor.

yes, it is a bakkal.

güneş kremi sürmediğim bir ayak parmağımın kaldığı günlerden merhaba. çocukken bi keresinde amasra'da yazlıktayken (!) kahvaltıda yanılmıyorsam vişne reçeli yemiştim ve sonra apartmanın önündeki boşlukta oynamaya çıkıp da iki dizimin üzerine düştüğümde akan kırmızı sıvının az önce yediğim o reçel olduğunu düşünmüştüm. bence doğruydu. koyu ve reçel kıvamındaydı bi kere.

bu iki dizin üzerine düşme olayı benim tarihimde ilk değildi tabi. dedem ve abimle futbol oynarken yapışmıştım ilk kez yere ki etrafımdaki insanların canhıraş bi şekilde o kanı durdurma ve yarayı temizleme çabaları bugün hala bi sinema karesi gibi aklımda.

hiç dikiş atılmamasına karşın iki dizimde de o düşüşten sonra çizgi şeklinde yara izleri oluşmuştu ve babam yıllar boyunca büyüdüğümde estetik operasyonlarla izlerin düzeltilebileceğine inandırmıştı beni. şimdi düşündüğümde o izlere babamın benden çok taktığının farkına varmakla birlikte, nedenini hala çözebilmiş değilim.

derken biraz büyüdüm, futbol oynarken bi kez daha düştüm dizlerimin üzerine. liseye, yani dış'ımla sorunlarımın olmaya başladığı döneme geldiğimde de sorun edecek o kadar fazla şey vardı ki dizlerimdeki izler kollarımdaki benlerle eşdeğer olmuşlardı.

şimdi etek, elbise giydiğim nadir günlerde kapıdan çıkarken o izler aklıma geliyor ve omzumu silkip, gündelik insan arasına karışma sürecimde kaygılanmam gereken diğer şeylere odaklanıyorum. ya otobüste dengemi kaybedersem? ya yolda kaldırım taşlarına takılırsam yine? ya çok konuşursam?

insanı bazen en çok zorlayan şey dışarıdan bakılınca görülen özgüvenin aslında öyle olmadığını dışarıya yansıtmamaya çalışmak oluyor. en azından, benim için.

bugün biraz fotoğraf çektik.

falan.
ve uzun zamandır kendime bu kadar sinirlendiğimi hatırlamıyorum. herkese karşı umursamaz ama kendime gelince acımasızım. nasıl olacak bu işler daniel.
buradan bloglarında jim morrison fotoğrafı olan bazı arkadaşlara seslenmek istiyorum, bugün ölüm yıldönümü(ydü) ama tek bi kelime göremedim lan, ne güzelsiniz siz.

içimde kalmasın.
şimdi ben de yarın öbür gün sizi zemzem suyu içtiniz diye bıçaklasam, iş mi bu? değişik kafalar ülkesi. içer de sıçar da sana ne lan.
sibel kekilli'nin game of thrones'ta olmasına tek ben mi şaşırdım şimdi?

you are the butter to my bread, you are the breath to my life.

şuradaki hatun sayesinde izlediğim film geceme renk kattı. yemek ve mutfak konusu açıldığında dudak büken bi insan olarak biri için bi şey pişirmenin aslında eğlenceli olabileceğine karar verdim. hatta diyorum ki hazır işim gücüm de yok kitabı alıp tarifleri uygulasam mı. efendim? evet, ayakları yerden kesik cümleler kurmanın bence de bir manası yok. eheh.
bu şarkıyı en iyi bu hatun söylüyor, tim buckley bile değil, düşün.

bitti.
şu anda birlikte olmak istediğim iki güzide insan da şehir dışında, arkadaşlarımın birinin bileği sakat, diğeri hasta olunca, hiç istemediğim halde şu an popomu koymuş evde oturuyorum. ayıp lan. madem öyle ben de tai pizzamı yer, game of thrones'a başlarım. 

ayrıca alacağın olsun lan ösym. tm'lere acımamakta ısrarcısın bu yıl.
araba vardı. belki yoktu. biri vardı. birden bağırmaya başladı. korktum. uyandım. dışarıdan sesler geliyordu.

bugün koyu renk bi araba sabah beşe doğru sokağın başında durdu. içinden iki adam indi. arka koltukta oturan üçüncü adamı (ya da çocuğu; çünkü yirmili yaşlarının başında görünüyordu, ama benim de gözlüğüm yoktu) çıkarıp omuzlarından tuttular. çocuk o sırada kaldırımda içki şişesini kırdı ve beyaz tişörtlü olan çocuğa doğru hamle yapmaya çalıştı. siyah tişörtlü olan aralarında durup beyaz tişört'e izin vermedi ve çocuk bu sırada beyaz tişörtü itti. yere kıç üstü oturan beyaz tişört'ün beyaz ayakkabılarından teki çıktı ve buna benim dışımda hiçbir sokak sakini gülmedi; çünkü hepsi horu horul uyuyordu bense bağrışma seslerine uyanmıştım. siyah tişört çocuğu ite kaka sokakta gezdirmeye devam etti ve sonra bi yere çömelmesini sağladı. bu sırada beyaz tişört'e arabaya geçmesini söyledi, beyaz tişört sokağın başına kadar gidip geri dönerken çocuğa "gonuşacaz amuagoyayım bi otur" dedi. aradan bir dakika geçmeden beyaz tişört az önce gönderildiği mevkiye geri döndü ve ikisi birlikte çocuğu kaldırıp arabaya götürmeye başladılar. siyah tişört, eğer yanlış anlamadıysam çocuğa "niye tokat attın lan?" dedi ve arabaya doğru yürümeye devam etti. çocuk arabaya girmek istemedi, "gidecem ben" dedi, siyah tişört de "gir la gir gonuşacaz" diyerek zorla çocuğu içeri soktu ve sonra kapıları çarpıp gittiler.

bense gece gece şahit olduğum şimdi düşününce üçüncü sokak başı olayından sonra hafif ürkmüş, kafası karışmış bir şekilde yatağıma geri dönerken çocuğun adamların kız kardeşine tokat attığını ve onların da bunun hesabını sorduklarını düşündüm. ama tabi ki öyle bir şey yoktu ve üstelik yanımda tam da o saatlerde olmasını istediğim adam kim bilir rüyasında kimi görüyordu.

dün serzenişte bulunduğum dostlar bugün olimpos'a giderken yolu kaybettiler ve her ne kadar şu an benim yol yardımım sayesinde popolarını tatilin verdiği huzurla hasırlara koyuyor olsalar da bunu tanrı'dan bir işaret olarak görmemem için hiçbir sebep yok.

HAHAHA.