efkârın a'sı.

zaman geçtikçe üzerini toz toprak kaplamış olan o yolun başlangıcındaki bulanık anıyı daha güzel kelimelere böldükçe en derin nefesi de alabilirsin. mümkün yani böyle bir şey. bi şarkıyla kafandan vurulmuş olmak gibi bi bi bi bi bi. hadi canım o da düşünüyor mu? belkilerden bir çelenk. devam etmeye çalışmaklar çabasında boğulmak istemedikliğim çok fena açık pasparlak ortada. kendime kendimi anlatamıyorum. uzanamadığından değil. bu bir bir bir şeyler. özel. kelimeleri yuttukça güzelleşen bir şeyler varsa, hoppaaa çok fena sıçtın dostum. hem o çocuk yarın sana bakıp gülümseyecek. ne diyeceksin? bilemiyorum çünkü rakı dedim, dedim yani. çok içermişim gibi. güldüm de. gülmedim değil. beni bırakalım. bir köşeye koyalım desem, kendim kendimi bırakamıyor. mutsuzluğumu kırışmaması için evden çıkarken güzelce dolabıma asıyorum.

çok da umrum vol. 2

fena olmadı gibi. ama bilemiyorum. uhuyla ilişkimize bi süre ara verdiğimize memnunum.

çok da umrum

adlı eserimin taslağına hep birlikte bakalım:

bazılarımız orada dynamic ve balanced bir şeyler görüyor olabilir. mühim olan hocanın görmesi - which is ay em very şüpheli about. şimdi bunları kartondan kesip kartona yapıştıracağım. zira haftalardır hayatım bundan ibaret. 

dün art and culture dersinde çok acayip şeyler oldu. sınıfta kızın biri hoca düğün fotoğrafçılığından bahsederken söz alıp bu dersin daha ne kadar bu şekilde gideceğini, hiçbir şey anlamadığını, DERSİN ÇOK FİLOZOFİK OLDUĞUNU, hocanın bu zamana kadar slayt hazırlamayla ilgili bi kursa gidip gitmediğini, slaytta bu kadar yazı olmasının doğru olmadığını, accık da resim eklemesi gerektiğini söyledi. daha başka şeyler de sarf etti kendisi ama ben o sırada şok geçirdiğimden oralar aklımda kalmamış. hoca önce sakin bi şekilde cevap verdi ama bahsi geçen şahıs aynı tarzda cümle israfı yapmaya devam edince -ki ben de tam o sırada içimden "hala sakin, hala sakin, hala sakin lan!" diyordum- titreyerek üniversiteden kendisinin ne beklediğini bilemeyeceğini ama burada işlerin böyle yürüdüğünü, üniversitenin felsefenin tam da yeri olduğunu ve dahasını bağırarak söyledi. ha bana kalırsa sesi şok geçirmesi sebebiyle hala kısık çıkıyordu orası ayrı. tabi ki olay üzerine ders erken bitti ve ben de dönüş yolunda sınıfımızdaki kenyalı hatun kişiyle konuşma fırsatı yakalamış oldum. her ne kadar hoca onun da anlaması için ingilizce cevap vermiş olsa da bahsi geçen gerizekalının ingilizcesi yetersiz kaldığından asıl olayı anlayamamıştı tabisi sevgili kenyalı. kendisiyle konuşmam çok acayip bir olay bu arada çünkü hatunla kimse konuşamıyor. birincisi hatun kendi halinde, ikincisi aksanının olayı zora sokması. dediklerinin yüzde yetmişini algılayabildim ben mesela. bazı yerlerde gülüp, yees dedim, çok anlamışım gibi. ama daha da ilginci evli olmasıydı lan. hatta kocası yüzünden buraya gelmiş ve on yıl kalacaklarmış. ama neden geldikleri kısmı işte o yüzde otuzun içinde kaldı dostlar. ayrıca ilk ankara'nın yerine baktığında afganistan ve iran gördüğü için yakınlarda acayip korkmuş. ya da ben öyle anladım. okeeey. fine. see you later. bikoooz "what can i do sometimes?"
içmeden sarhoş olup salak salak güldüğüm o günlere ihtiyacım var. belki ülke olarak ihtiyacımız var. anneme de sorsan "iyi anneyimdir." diyecek. aile kavramı ne tuhaf. belirli bi yaşa gelebilmek için başkasının doğrusuyla yaşamak. uyumlu olmak zorunluluğu. sırf bu yüzden bazen distopya diye nitelendirdiğimiz o dünyaların arada bağ olmadan yarattıkları aile kavramına o kadar da olumsuz yaklaşmayasım geliyor.

düşünmek zorunda bırakıldığımız o kadar fazla şey var ki bir zaman sonra şuursuzlaşıyor olmamıza şaşmamak lazım. şuursuzluğun umursamazlığı getiriyor oluşuysa koca bir kütle olarak midemde oturuyor. ileride fahrenheit 451'daki topluma dönüşmememiz için hiçbir neden yok. acaba gelir dağılımı eşit olsaydı bile barış diye bir şey olur muydu?

retorik sorular en azından beyni oyalıyor. üstelik annem de benden daha hümanist değil. hem hümanistlik büyümekle ters orantılı.

benim aklım alıyor. ne kadar 'faşist' görüşlere sahip olduğumuzu da, dar görüşlü olduğumuzu da, kanıksamış olduğumuzu da... hepsini alıyor aklım. şaşırmıyorum. "burası türkiye!" olduğu için değil, sadece şaşırmıyorum işte. belki de değişimin hızından. yarın tutuklamalar olur, ne bileyim yasa değişir, mecliste kavga çıkar. değişir ya. gündem değişir.
hayatta kendinize yapabileceğiniz en kötü şeylerden biri de küçüklükten itibaren bir bakıma başarılı olmanız. bir bakıma başarılı olmanız diyorum çünkü "çok başarılı" olursanız kendinize kötülük yapmış olmazsınız. ama "bir bakıma başarılı" olmak ileriki yıllarda poponuzla yazı yazsanız bile ailenizin tatmin olmamasından başka hiçbir boka yaramıyor. yaptığınız hiç ama hiçbir şeye övgü falan almıyorsunuz. "güzel" kelimesinin size hissettirdiği hiçbir şey olmuyor. birkaç saniyelik ilgi ve sonrasında koca bir hiç. dört ay sonra on dokuz oluyorum. on sekiz olunca hayatımda hiçbir şey değişmedi belki on dokuzumda değişir, bilemiyorum.  

annemle çoktan yapılıp bitmiş olması gereken kavgaları üniversite hayatımda yaşıyor olmaktan mutsuzum. ailemle yaşamaktan mutsuzum. aileme bağımlı olmaktan mutsuzum. siktiğimin şehrinde kalmış olmaktan mutsuzum. geriye dönüp baktığımda elimde koca bir hiç olmasından mutsuzum. insan ne için yaşar, hiç anlamıyorum.

bir puding değil.

gözlüğüm yamuldu. istediğim gözlük çerçevesi accayip olmasa da biraz pahalı. hayatım babamın kazaklarını giymekle giymemek arasında bir yerlerde sürünüyor. ya da sürünen sadece ben de olabilirim. o kısımdan emin değilim. bu saatte uyanığım çünkü bu saatte uyanık olmayı ve sonra sabah serviste ağzım açık uyumayı çok seviyorum. öğlen eve gelince önceki günün uykusuzluğuyla uyudum ve projemle essay'im şu saatlere kaldı. projeyi bitirdim. essay'in ise allah belasını versin. cansız varlıklara beddua etmek yeni alışkanlıklarımdan. başka alışkanlıklarım da var; ama söylemem. bugün ağzı olan konuştu. birinci twitter savaşı çıkacak diye çok korktum blog. ama çıkmadı. oje falan sürüyorum ben. haber izlemiyorum mesela. sağduyulu medya beni çok üzüyor blog. sabahları çok üşüyorum. sabahları çok trafik oluyor. sabahları ve akşamları otomobil sahibi herkesten nefret ediyorum. öğlenleri ise yanımda para olmadan emniyete gidip ehliyet almaya çalışıyorum. sürücü kursu sahibiyle bir türlü seviyeli bir ilişki kuramıyoruz; çünkü ben hep çemkiriyorum blog. hep. 

yuvarlanıp gidiyorum blog. evet. üç aydır biriken statik enerjim meğer bunun içinmiş. ne oluyor pek anlayamıyorum. bazı insanlara elimi uzatsam tutarlar gibi. uzatmak istiyor muyum blog? saçlarımı diyorum uzatmak istiyor muyum? efendim? ne dedin? kim.
sen o kadar uğraş a4 kes. sonra yanlış yapıştır kartonlar rezil olsun. evde başka karton kalmasın. pazartesi akşamına yine iş kalsın. ÇILDIRACAĞIM O OLACAK. bir de karşı cinsin herhangi bir ferdine sinirlenince   kalanına da her an tavır yapma halinde olmam konusunda çeşitli teoriler üret-miyorum tabi ki. yine de ilginç. yine de değişik. 

eğlenceli geçen bi kutlamanın yine de en güzel yanı yağmur ön cama vururken ikimiz de geçici sağırlık yaşasak da güzel bi sohbet ve hafif bi müzikle içi tahminimden de güzel olan biri tarafından eve bırakılmak.

bugün, güzel.di.
hislerimin hatrı sayılır bir bölümü taslaklarda saklanıyor. söyle-ye-miyorum. başka ülkelerde nasıl oluyor bilmem ama ekin cumhuriyetinde bir insanı özlemekle başlıyor her şey, burası kesin. ve üstelik ben o mavi gözlü çocuğu dün otobüste ikinci kez gördüm.

olamaz mı, olabilir.
sevgili blog,

az önce birini doğramış gibi görünmem tamamen iki günlük uykusuzluğumla alakalı. bir bıçık saat sonra kalkıp okula gideceğim. relaks relaks ödev yapmam bi yerlerde bayılıp kalmama sebep olacak bir gün ama hangi gün. bir bıçık sayfa olması makul olan şeyi beş sayfa yazdım; çünkü mevzu bir zamanlar anadolu'da. ne yapayım yani. hı bir de allah sabah derslerinin belasını versin. diyeceklerim bu kadar.
bay.

yalnız olduğunuz kadar gerizekalısınız da.

hayatımın her yeni döneminde yalnız kalmış veya kalma tehlikesi geçirmiş bir insan oldum. sanıyorum ki olmaya da devam edeceğim. ilkokuldan ortaokula geçerken yine paçayı sıyırmıştım ama lisede kıç üstü oturmam uzun sürmemişti. lise birden ikiye geçtiğimde bir kez daha ve ikiden üçe geçtiğimde de bir kez daha çok şık bir şekilde yalnız kalmıştım. hatta son sınıfta dershane maceram bile ayrı bir yalnızlıklar silsilesiydi. kafa dengim olan insanlar hiçbir zaman için rutinimdeki yerlerde olmadılar çünkü. hep uzakta farklı okullarda farklı şehirlerde oldular. şimdi de yine yeni bir dönemde yalnızım. okulda hazırlıktan olanlar ve diğerleri arkadaş gruplarıyla, yurtta kalanlar ve diğerleri arkadaş grupları toplaşınca geriye ben ve benim gibi bir avuç insan kalıyoruz. ve ben çok akıllı bir insan olduğum için de çıkan birkaç fırsattan kaçıyor ya da reddediyorum. (neden? çünkü hanfendinin keyfinin kahyası insanlar değil onlar. sıkılacak, biliyor.) tamam sınıfımdaki insanlarla iletişim kurup gayet muhabbet de edebiliyorum; ama o kadar utanarak yapıyorum ki bunu konuşma bittikten sonra kafamdan sekiz bin beş yüz adet düşünce geçiyor. sosyalleşmenin utanılacak bir şey olduğu kafama hangi ara kazınmış gerçekten bilmiyorum. ama bazen gerçekten kaygılarımdan, detaycılığımdan, sürekli bi sonrasını düşünen yapımdan bıkıyorum.

zor dostum zor.

ankara'yı sevemediğim bir gerçek.

devran dönecekse gidemediğim festival ve konserler için dönsün lan. çok üzülüyorum.
şimdi. geçen art and culture dersinde fırfırlı gömleklerin giyildiği döneme ait bi resme klasik sanat tarihçilerinin yaptığı yorumları okudu pek sevgili hocamız sonra da olayın nasıl abartıldığını açıklayan bi takım cümleler kurdu. yani mesela işte efenim resimdeki hatunlar karanlığın içinden bir ay gibi parıldayarak aydınlanmanın hede hödösünü sembolize ederler'den girip adamın aslında oduna ve yemeğe ihtiyacı varmış resimlerini yapmış'tan çıktık. aklıma ışık hızıyla kafka'nın kitapları geldi. kendisini küçümsediğimden, entellerin yazarı o yeaa diye düşündüğümden falan değil; ama kitaptaki her bir ayrıntıdan bir yerlere varılıyor olması bende de adamın sadece yazası gelmiş yazmış fikrini uyandırıyor.du. ama bir türlü söyleyemiyordum. sonra da vazgeçmiştim zaten. lakin o gün öyle bi konu denk gelince sınıfta yine bu düşünceye sardırmaktan kendimi alamadım. arayınca bulmak diye bir mevzu var neticede yahu. kullandığı kelime sayısından tut da ne bileyim virgülüne kadar anlam çıkarabilirsin çok istersen. ki dönüşüm'ü okuduğumuz dönemde bir onu yapmadığımız kalmıştı.  

bugün bir zamanlar anadolu'da'ya gittik; çünkü ders için üzerine yazı yazmam gerekiyor. nuri bey bizleri gene şaşırtmadı tabisi. yine de hala o birkaç dakikalık sabit görüntülere alışamadığımı görmek üzücü oldu; çünkü onları izlemekten sıkıldığım o anda yönetmenin vermek istediği duygudan da koptuğumu düşünüyorum. ama olmuyor arkadaş. bir yerden sonra olmuyor yani. "eee" diyorum. istemsiz diyorum. ayrıca ee şey, aramızda kalsın ama bitiş sahnesinde de tam "eee"liyordum ki film sona erdi. kendi kendime utanmadım değil. yine de adam yapıyor mu yapıyor.

yarın milyonlarca yapmam gereken şey var. keşke hafta sonları üç gün olsa. 

yeterince şikayet ettim.

summergirl 2

okul bir yorucu bir yorucu. hocaları dinlerken yoruluyorum. özellikle introdakşın tu kominikeyşın end dizayn dersinde ve introdakşın tu kompüting'de beynim akıyor. daha uzun isimli olan derste astığımız on beş piroce üzerinden kritik yapıyor hoca ama böyle bi şey yok yani. üç saat konuşuyor lan. ayrıca ilk beş piroce üzerinde o kadar AMA O KADAR uzun konuşuyor ki hani kağıtlar kağıtlıklarından utanıyorlar artık. dahası son beş altı piroceye geldiğinde bi sonraki pirocenin kağıtlarını dağıtmak ve açıklama yapabilmek için hız yapıyor ve güme gidiyor o kağıtlar da. evet canım. benimki de güme gitti. ha zaten hiçbir yanını doğru düzgün yapamamışım orası ayrı. yalnız en çok neye üzülüyorum biliyor musun? yaklaşık sekiz saatimi falan harcıyorum ve sonunda elde ettiğim kocaman bi hiç oluyor. daha da kötüsü derste kalacağım diye paniklemek falan şöyle bi yana dursun, benden hiçbir bok olmayacak özgüvensizliği yeşermeye başlıyor yavaştan insanın içinde. 

bi başka mevzu da para. su gibi akıyor arkadaş, algılayamıyorum. yaptığım tek şeyin sabah açlıktan ölmemek için bi poğaça veya sandviç, öğlen de yemek yemek olmasına rağmen. ha bir de malzeme mevzusu var gerçi. kartonlara doyamadık. sonra tek sosyalleşme fırsatı olan on dakikalık aralarda her bir allahın kulu sigara içtiğinden saçlarım iğrenç oluyor. fakülte binası zaten ortama en uzak bina. ortam da iktisat binası bu arada. zira önünden kalabalık eksik olmuyor. ayrıca binanın iki yapıyı bağlayan yerinde bir giriş var, mübarek vadi. nasıl esiyor kapının önü anlatamam. esmeyince de donuyoruz. dönüş desen ayrı işkence. 17:40'tan sonra biterse ders o iğrenç trafiğe kalıyorum ve sabah on beş dakika olan yol oluyor sana kırk dakika. ne bileyim ya. üniversite falan. biz yanlış gelmişiz galiba. 

şu yukarıdaki fotoğrafta kızın arkasında gördüğünüz bitki var ya. hah işte nasıl arı çekiyor. nasıl arı çekiyor. akıllara zarar. yemek yerken de arılarla savaş halinde yiyoruz zaten. ağzıma girecek diye çok korkuyorum.

sakin kalanları içine alandır.

dövme üzerine düşünmenin ötesine geçtim. aklımda bi şey tasarladım. rengine karar verdim şöyle böyle. hatta bi kaç tane yaptırmayı planladım kafamda. falan. fazla düşündüğüm şeyleri bazen yaptım sanıyorum. saçlarımın daha fazla salındığı döneme ait son vesikalıkları bulamıyorum. arayana kadar hep gözümün önündeydi oysa. bugün fotokopiye çok acayip para verdim. içime oturdu. bazı şeylere verdiğim para içime oturuyor. otobüs de buna dahil. su da, çay da. 
amaçları kendimiz yaratıp amaçsızlığımızı örtbas etmeye çalışıyoruz. bir amaç yok. bir amaç, hiç olmadı. ev çok soğuk. kaloriferle verdiğimiz savaş hep bir fazlasını alabilmek için. camları niye açıyoruz bilmiyorum. gökyüzünden kendi isteğimizle kaçmışken bir parçasını istememiz neden, bilmiyorum. bir parça gök, bir parça su, bir uçurtma.

bir şey hep eksik kalıyor.

sakin, dağılmıştır. sakin bizle birlikte, bizi daha da dağıtarak dağılmıştır. sakin'in hayatıma girişi ağır olmuştur. çıkışında kördüm, içimde bir dal parçasının kırık sesi yankılandı. inkar etmedim