bu ülkede kadın olmak çok zor. düşündükçe ve yaşadıkça yoruluyorum. bazen öyle anlar oluyor ki sanki "aklımıza bile getirmek istemediğimiz şeyler"i yaşayan tüm kadınların hüzünleri gelip içime oturuyor. kendimi çok ağır ve üzgün buluyorum aniden. kadın olmaktan keyif almakla tehlikeden korunmaya çalışmak arasındaki ince çizgideki her gidiş geliş insanın ruhunda bir delik oluşturuyor. ama büyük ama küçük. 

her yerde ama her yerde insandan önce kadın olduğumun hissettirilmesi beni çok yoruyor. anlayamıyorum, "laf attı" diye bıçaklayanı da burda, 13 yaşına geldi diye evlendireni de. 

ağlayamamak çok kötü, çok boktan her şey için ağlamak istemek. 
şimdi size şunu söyleyeyim canım insanlar. stalker olacaksınız diye "yakın" arkadaşınız olan insana bilginiz dahilinde zarar vermiş insanı ordan burdan takip eder, üzerine iletişim kurarsanız sizin yakın arkadaş tabirinizi sikerler. öyle ya da böyle bi şeyleri kaldırabiliyorum da bu arkadaş muhabbeti üzerine yapılan düşüncesiz hareketleri kaldıramıyorum. bi insan nasıl olur da lafa gelince değerli addettiği birini iş aksiyona gelince böylesine umursamaz. çok acayip arkadaş ya, çok acayip. işte sonra böyle anlar oluyor, insanlarla ilgili aldığım kararlarda kendimi kötü hissettiğim anlara yanıyorum. bi kez de yanlış çıksın lan, rica ediyorum.
eskiden de hiçbir şey yapmadan sadece düşünerek yorgun düşebiliyordum; ama en azından düşünüyordum. kafamda cümleler uçuşuyordu, bi düşünce diğerini bi hayal bi ötekini kovalıyordu, yüzümün ifadesi bile değişiyordu belki de. şimdi geleceğe dair -sanki yeterince endişelenecek şey yokmuş gibi- yeni bir şey çıktığında artık o süreci yaşamıyorum bile. sanki içimde benden habersiz o süreç olup bitiyor ve kendimi aniden çok yorgun hissediyorum. tabiri caizse kılımı bile kıpırdatmamış olmama rağmen hem de. her şey çok hızlı oluyor bu ülkede, hiçbirine yetişemiyorum. hislerimi kaça bölsem hepsine yeterim bilemiyorum. dökmek dağıtmak için bile enerjim kalmayacak günü geldiğinde, şimdi yaptığım gibi yatağımın üstünde kıvrılıp hiçbir şey düşünmeden uykuya geçmeyi bekleyeceğim. 

yine de işte bazen her şey ve herkes için ağlama duygusunu geri itemiyorum. kendi kendime hissizleştiğimi iddia ettiğim günler ve saatler de palavra çıkıyor.

fotoğraflarla bildiriyorum #2


yamulmuyorsam sibiu'da koşturarak müzeye yetişmeye çalışırken çektiğim bi fotoğraf.


bu evleri gördüğümde "aa sanki bana bakıyolar gibi" dedim sonra gülerek zaten o evlere gözleri olan evler dediklerini söylediler.


bahsettiğim ikinci el dükkana not bırakmadan on dakika önce.


turist fotoğrafı diyordum. ayrıca gölgede poz verişime dikkatinizi çekerim dkfjgd.


kaldığımız yer. evet fazla şey anlatmadığının ben de farkındayım güzel kardeşim.

Untitled

dracula'nın yönettiği yerlerden biri olan sighişoara, çıktığımız kuleden çekmiş idim.


kulede aynı zamanda bazı şehirlere olan uzaklıklar da bu şekilde yazılmıştı.

evet diyebilirim ki hakikaten bitti romanya yazılarım. şu anda ankara'da sıkıntıdan ölüyorum. yarın öbür gün dolana dolana iş aramaya çıkacağım sanırım. ama önce bedava ense tıraşımı olmam lazım. keşke bi yer bulsam da bana yazları gel çalış sonra gidersin falan dese. gerçekten çürüyor gibi hissediyorum yatağımın üzerinde.

fotoğraflarla bildiriyorum #1

to leave

atatürk havalimanı'nda saat sabah yediye geliyordu.


bahsettiğim graffitili metro.


bükreş'te 1989 devrimi öncesi komünist dönem ve sonrasındaki dönem için şehrin içinde ayrı alanlar var. çoğu şehir sakininin patates diye adlandırdığı ve hakkında pek de bilgi sahibi olmadıkları heykel 2005'te devrim alanına eklenmiş. gördüğünüz kırmızılık aslında heykele ait bir şey değil, rehber muhtemelen birinin paintball silahıyla vurduğunu söyledi, içimden kıs kıs güldüm.  

deads of revolution

bu ise aynı heykelin yerdeki parçasından bi kare. yuvarlakların çapları devrim sırasında ölen askerlerin yaşlarını temsil ediyormuş.


bundan sonra gelecek fotoğrafların hiçbiri bir boka benzemiyor çünkü sıcaktan ve uykusuzluktan "ÇEK GİTSİN" diye düğmeye basmışım. neyse buna gelirsek önü eski yapı arkası camdan bi bina gördüğünüz gibi. yamulmuyorsam amerikalılar savaş döneminde oradaki bi tiyatroyu bombalamışlar ve yıllar sonra ya tekrar amerikalılar ya da başkaları oraya inşaat yapmak istemiş. romanya da şart olarak bombalanan tiyatronun benzerini yapmalarını koşmuş.


bu iseeeeeee. arkada gördüğünüz ramada otel'in sahibi bir türk'müş ve böyle bir atatürk büstü yaptırtmış. arkada gördüğünüz bacak ise romanya'nın meşhur "gypsy"lerinden birine ait. fotoğraf çekerken bir sürü bağırdı çağırdı ama ne dediğini anlamadım tabi. amaç tamamen yok etmekti kendisini ama bu kadar başarılı olabilmişim. 


bu binada ise tahmin edeceğiniz üzere askeriyedeki insanlar çalışıyormuş ve eskiden babalar kızlarını alıp yolun karşısında gelerek çalışanlardan birinin kızlarıyla evlenmek isteyip istemediklerini sorarlarmış. maksat yüksek mevkili damat olsun yani.


komünist döneme ait bir bina. aynı zamanda kendisine objektif yetersizliği diyoruz.

buraya kadar bükreş'ti devamı gittiğimiz yerlerden olacak. ayrıca kötünün iyisini seçtim çektiklerimden, biraz hüzünlüyüm.

ankara'dan bildiriyorum #3

cozia'da da bi önceki yazıda belirttiğim gibi sadece bir kilise vardı. burda insanların cehennemde yanmalarını istedikleri -ya da sallıyor da olabilirim nefret ettikleri diyelim- insanların adlarını bi kağıda yazıp rahiplere verdiklerini ve rahiplerin de listede adı yazılı olan insanlar için tanrı'dan af dilediğini öğrendim. bi ara tuvalete gitmek istedik üç kişi lakin gördüğümüz alaturka daha önce gördüklerimize hiç benzemiyordu ve içine düşeceğimizden korkup çişimizi beraberimizde taşımaya devam etmeye karar verdik. aynı zamanda "holy smell" diyebileceğimiz bir koku da mevcuttu içerde tabi.

yolculuğumuz sibiu'ya doğru devam ederken ben de yanımdaki aynı zamanda oda arkadaşım olan kızın horlamasına sinir olmaya ve içime içime ağlamaya devam ettim ve en büyük korkularımdan birinin de horlamak olduğuna karar verdim. sibiu eski mimari yapının çok fazla bozulmadığı, sevimli bir yer. meydanı bana nedense adaları hatırlattı. burda aslında müze gezecektik lakin on dokuzuncu yüzyıl resimlerini gezdikten sonra geç kaldınız diyerek bizi müzeden kovdular. biz de şehri gezeceğimize "çok sıcak alaam" diyerek bi yere oturduk. oturduğumuz yerin hemen yanında ikinci el dükkanı vardı ve inanılmaz heyecanlanmıştım lakin kapalı olduğunu fark ettik. avrupalılar ve harika mesai saatleri diye azıcık üzüldükten sonra "türkiye'den geldim ve dükkanınız kapalıydı, kalbim kırıldı" diye bi not bıraktım kapının altına.

gece kalacağımız yere vardığımızda hiçbirimiz odaların 4-6-8 kişilik olduğunu bilmiyordu tabi. önce bir "NASIL" dediysem de kaderime boyun eğdim, nasılsa bir geceydi ve muhtemelen nasıl uyuduğumu hatırlamayacaktım bile çünkü gece "national drink party" vardı ve biiir sürü içki olacaktı. uzun zaman sonra voleybol oynadığım ve yine bol bol sineklere yem olduğum bi gece geçirdiysem de kafaları falan bulmadım, sadece çakırkeyif oldum, lakin o birayı dökmeseydim ilerleme kaydedeceğime inanıyordum. ama sanırım bi süre daha içkiyle aram olmadığı gerçeğini kabullenerek yaşamaya devam edeceğim. neyse ki muhabbet arasında tek olmadığımı anladığım insanlarla konuştum da hüznüm biraz azaldı. yine de yorgunluktan nasıl uyuduğumu hatırlamayarak yatağa yattım ve zaten yine sabaha kadar muhabbet edip odaya gittiğimden yirmi kişi de kalıyor olsak fark etmeyecekti.

gelelim asıl işkence gününe. pazar günü yine sekizde yola çıkmak üzere sürüne sürüne uyandık ve sighisoara'ya doğru yola çıktık. yolda iki uyuyup beş uyanarak, yanımdaki horlama sesini dinleyerek acı çekerken otobüs yolculuklarında uyumama kararımın ne kadar mantıklı bir karar olduğunu yeniden kendime kanıtlama fırsatı buldum. bükreş'e doğru yola çıktığımızda ise saatlerdir çekmekte olduğumuz eziyetin aslında hiçbir şey olduğunu fark ettik; çünkü şehirlerarası yollar romanya'nın bir tayyib'i olmadığı için duble yol değildi, tek şeritliydi ve pazar günü olduğundan deli bir trafik vardı. uyuyup uyanıp sadece on kilometre gitmiş olduğumuzu fark etmenin hissiyatını, otobüsteki sıkışmışlık ve yapış yapışlık duygusunu istesem de anlatamam. diyeceğim tek şey şudur ki öldürseler otobüsle gitmem oralara bi daha. gece saat on gibi yurtlara döndüğümüzde ve kendimi duşun altına attığımda üzerimden bir ton kalkmış gibi hissettim üstelik bir haftanın sonuna geldiğimizden ertesi gün istediğim kadar uyumak da cabasıydı.

pazartesi günü bi takım alışverişler yapmak için tekrar şehir merkezine indik C ile ve iki liraya gayet doyurucu şinitzel sandviç alabileceğim bi yere götürdü beni. yanisi romanya'da bazı şeyler anlamsız pahalıyken (örneğin flormar ojenin 3,5 lira olması gibi) bazı şeyler anlamsız ucuz. sonra saat altı buçukta duty free'den alışveriş yapmak ve bi an önce artık kendi kendimle başbaşa kalmak istediğimden havaalanına doğru yola çıktım. istanbul'a gidişte yine şansım yaver gitti ve cam kenarı boş kaldığından ortada oturmak zorunda kalmadım. üstelik bu sefer sadece bir asyalı vardı. gerçi arkamdaki arap olduklarını tahmin ettiğim üç adamın konuşmaları da asyalıları aratmadı değil ama olsundu. bu arada check-in yaparken tumblr'da görüp ağız suyu akıttığımız çocuklardan vardı bir adet ve "model değilsen kendine çok yazık ediyorsun güzel karşim" dedim, tabi içimden. aynı uçakla istanbul'a gidiyorduk ama maalesef koltuğu benden fersah fersah uzak idi. yoksa bekleme salonundaki bakışmaların devamını getirmemek yüce tanrı'mın sunduğu nimeti reddetmek olacaktı dfhglkjd. koltuğu çıkışa çok yakın olduğundan kendisini bi daha görmedim lakin fotoğraflarda gördüklerimin gerçek olduğuna artık inanabilirim............. 

istanbul'da tahmin ettiğim gibi iç hatları kendi kendime bulamadım, bulduktan sonra ise uçağı beklerken bir telefonda konuşma özürlü olarak hayatımda yaptığım en rahat ve keyifli telefon konuşmasını gerçekleştirmiş olabilirim, yaklaşık bi saat nasıl geçti anlamadım. ankara'ya iner inmez havanın soğukluğu karşısında saygı duruşunda bulundum ve ankara'nın sevdiğim yanları hanesine bi çizik ekledim. 

temmuz yangındır, gitmek güzel.

edit| daha da erasmus'a kadar bu kadar uzun yazı yazmam herhalde lan. neyse iyi oldu, unutmak istemiyordum, unutmamış olacağım. 

ankara'dan bildiriyorum #2

-kör olmamak için reader'dan okunacak yazı- 

romanya'da metronun bazı yerlerinde telefon çekiyor ve içinde dükkanların falan bulunduğu alt geçitlerde sigara içmek oldukça normal. geceleri banklarda evsizler uyuyor ve çöpleri karıştıran yaşlı kadınlar var. yürürken kafanıza sıklıkla klimaların binaların dışına takılan zerzavatlarından su damlaması olasıyken, su damlacığı püskürten şeylerden hemen her kafenin dış mekanında var ve hatta markanın biri outdoor advertising adına oturma yeri olmayan otobüs bekleme durağı gibi bi şey yapıp tepesine de bunlardan koymuş. içinden geçtiğinizde serinleme fırsatınız oluyor yani. çingeneleri fazla sevmiyorlar ve aslında bakarsanız çingene dedikleri insanların kızılay'da laf atıp görmemişler gibi bakan tiplerden azınlık olmaları dışında pek bir farkları yok. türkiye'de ise neredeyse genel geçer bir insan bu vasıflara sahip. bükreş'te çok fazla sivrisinek var. bacaklarımdaki ısırıkların yarısını orda diğer yarısını ve boynumdaki ve sırtımdaki ısırıkları da gittiğimiz dağ 'tesisinde' edindim. bir haftadır kaşınıyorum kısacası. edindiğim bilgilere göre kanımdaki şeker oranı nedeniyle bu gereksiz organizmaları çekiyormuşum. yıllardır bunu yaşamama rağmen sinek kovar alıp sürmemem ise katıksız bir üşengeç olmamdan kaynaklanıyor.

workshoplar bittikten sonra sıra gezilere geldi ve bükreş, curtea de arges, cozia, sibiu - sibiu, sighisoara, bükreş olmak üzere bi gece kalmalı iki günlük bi gezi yaptık. yine sürüne sürüne sekizde kalktığımız cumartesi günü otobüse bindik, bi saat otobüste yemeklerin gelmesini bekledik (daha doğrusu beklemişiz ben o sırada bilmem kaçıncı uykumdaydım) ve sonra istikamet curtea de arges olmak üzere yola çıktık. her ne kadar gezilecek görülecek yerler gibi dursalar da aslında curtea de arges ve cozia kiliseden ibaret idi ve C'nin dediğine göre kiliseyi gezerken müslüman olduğumu öğrenen başı örtülü teyzelerden birinin çığlık atması olasıydı çünkü "yes, we still have people like those" idi. öte yandan birilerinin sürekli yüzüme yüzüme müslüman olma kavramını söylemesini rahatsız edici bulduğumu söylemem lazım. ama olay benim müslüman onların hıristıyan olması ya da beni aşağılama amacında olmaları değil (ki en ufak bi şeylerini bile görmedim bu konuda), olay insanların dinleri fark etmeksizin belli kelimeler altına sokulmaları. kimliğimde öyle yazdığı için islam dinine mensub olmayı mantığa aykırı buluyorum şahsen. ya da belli doğrular edinip onlara göre yaşamanın illa ki bir din altına sokulmasını. neyse konuya dönersek,  kilisenin içinin süs püsü bir yana efsanesi de ayrı iyiydi.

bu efsaneye göre negru voda adındaki eski romanya  hükümdarı kendisi için bi kilise yaptırmak istiyor ve o sıralarda bayağı ünlü olan mimar manole'ye daha önce yapmış olduğu kiliselerden çok daha güzel bi kilise yapıp yapamayacağını soruyor. manole de yapabileceğini belirterek mutlu mesut teklifi kabul ediyor ve yanına dokuz adam alarak kiliseyi yapacağı güzel bi yer aramaya başlıyor. ama aradığı öyle sıradan bi yer değil, eski bi kilisenin kalıntılarının üzerine yapmak istiyor yenisini, çünkü orasının kutsanmış olduğuna inanılıyor. bir gün yolda bi çocuğa rastlıyorlar ve ona böyle bi yer bilip bilmediğini soruyorlar, çocuk da onlara sazlıkların arasında bi yer gösteriyor. manole ve adamları işe başlıyorlar lakin ne yaparlarsa yapsınlar inşaat geceleri yerle bir oluyor. negru vada da duruma oldukça sinirleniyor ve işçileri, onları yapıya gömeceğine dair tehdit ediyor. derken manole bir gece rüyasında yapının sağlam kalmasının tek yolunun kiliseye ziyarete gelen ilk kişiyi kurban vermek olduğunu söyleyen birini görüyor ve işçilere durumu anlatıyor; ancak işçilerin hepsi onlara yemek getiren karılarını uyarıyorlar ve manole'nin bundan haberi olmuyor. 

ertesi gün manole kurban edeceği kişiyi beklerken aniden kendi karısı ana'nın kiliseye doğru yaklaşmakta olduğunu görüyor ve tanrı'ya yalvararak fırtına yaratmasını, böylece kilise yapısının yerle bir olmasını ve ana'nın oraya gelememesini söylüyor. tanrı manole'yi duyuyor ve yağmur yağmaya başlıyor; ancak bu ana'yı durdurmaya yetmiyor. ana'nın çığlıklarına ve ağlamalarına karşın onu duvara gömüyorlar (?) ve kilise yapısı şekil almaya başlayarak muhteşem bir şeye dönüşmeye başlıyor. 

bir gün negru voda adamlarıyla birlikte kilisenin yapımını kontrole geliyor. o sırada çatısı yapılmakta olan kilisenin tamamlanmış bölümlerine herkes hayran kalıyor; ancak negru voda bununla tatmin olmayarak adamlara daha iyisini yapıp yapamayacaklarını soruyor. hiç kimsenin bu kiliseden daha güzelini yapamayacağı cevabını almasına karşın adamlarına çatıya çıkan merdivenleri kaldırmalarını, böylece içlerine manole'nin de dahil olduğu işçilerin çatıda mahsur kalarak en güzelini yapmaya mecbur kalacaklarını söylüyor. dokuz işçi çatıdaki tahtalardan kanat yapıp çatıdan atlıyorlar; ancak yere çakılarak ölüyorlar. en sona kalan manole ise tam atlayacakken ana'nın çığlıklarını duyuyor ve kilisenin içine düşerek ölüyor. efsaneye göre manole'nin düştüğü yerden ana'nın ve kendisinin tuzlu gözyaşları fışkırıyor ve buraya da bir çeşme yapılıyor.

artık nasıl uykusuz idiysem düz fotoğraf bile çekememişim, dolayısıyla wikipedia yardımıma koştu. fotoğraf için.      

edit| ahaha lan nasıl bir yalan salladığımı görmeniz için ibret olsun diye bu linki bırakıyorum buraya, az önce gördüm.

ankara'dan bildiriyorum #1

-kör olmamak için reader'dan okunacak yazı-

on iki saat uykuya rağmen hala acayip uykum var. bi hafta uykusuzluğu ne kadar uyku kurtarır hiç bilemiyorum. romanya'ya göre ankara'nın havası şu an o kadar güzel ki kelimelerle tarif edemiyorum. nem neymiş, kuru havanın gözünü, ankara'nın gece serinliğini seveyim. 

pazartesi gecesi bavuluma kavuştuktan sonra gerisini çok fazla hatırlamıyorum desem yeridir, zira devamlı olarak aklımda yorgun olmak, çok yorgun olmak, sıcak olması, çok sıcak olması'ndan başka bir şey dolanmıyordu. ah bi de duş almak tabi. zaten hava çok sıcak olduğundan planlar değişmek zorunda kaldı, büyüklüğüyle övünülen parlamento binasını da içinde bi takım görüşmeler olduğundan gezip göremedik. workshop'lar düşündüğümden çok daha az akademik boyutluydu aslında, derslerde yapılan klasik sunumlardan çok da farkı yoktu, öte yandan ben de ne beklemem gerektiğini bilmiyordum zaten. yani normali bu bile olabilir.  

sabah kahvaltıları tahmin edildiği üzere bizim kahvaltı kavramımızdan fersah fersah uzaktı ve zaten sabaha karşı uyuduğumuzdan yedi buçukta olan kahvaltıya kalkmak yerine ikinci günden itibaren uyumayı tercih ettik ya da en azından ben ettim. toplamda, üç kişi birbirimizi tanıyor olmak üzere dört türk'tük. avrupa'nın hemen her yerinden insan vardı sanıyorum ki. öğle ve akşam yemeklerini üniversitenin yemekhanesinde yedik ve menü çok da fazla değişiklik göstermedi. dört çeşit yemek (ızgara domuz eti yanında püre veya patates kızartması, balık kroket, kremalı tavuk ve ciorba de bi şey. evet çorba aynen bizdeki gibi bi söylenişe sahip ve bazı kelimeler ortak. hatta ciorba de burta bildiğimiz işkembe çorbası oluyor.) ve gün aşırı değişen üç çeşit tatlı (ekler, ekler benzeri kremalı bir şey, rulo pasta). unutmadan, tabi ki lahana salatası. adamlarda lahanadan bol bir şey yok çünkü. bu şekilde sayınca kulağa hoş geliyor olabilir tabi ama sürekli orda yediğinizi düşünmek istemezsiniz ve tatlıların tadı kremada kullandıkları malzemeden dolayı mıdır nedir artık çok da güzel değildi. ankara'da hiç devlet üniversitesinin yemekhanesinde yemediğim için karşılaştırma yapamıyorum ama verdiğimiz parayı düşünürsek idare eder yemeklerle karşılaştık diyebilirim. bu arada ekşiyle tatlıyı karıştırmak gibi bir huyları var yemeklerde ve bana pek de güzel gelmedi açıkçası. örneğin fırında makarna yapıp hem şeker hem limon koyuyorlardı, ana yemek sanıp aldığım şey tatlıya karışık abuk bir yemek çıkıyordu.  

ilk iki gün her yere yürüyerek gittik lakin sıcaktan ötürü insanlar isyan edince otobüse geçiş yaptık. ama ülkenin toplam nüfusu sırf istanbul'da yaşayan nüfustan az buçuk fazla olduğu için genelde yarım saate yakın otobüs beklemek gerektiğinden çoğunlukla -tabi ki gölgeden- yürümeyi tercih eden bi kaç kişi olarak onlardan on dakika sonra varıyorduk yurda. otobüslerde klima kavramı yok ve bildiğimiz pop müzik çalıyor. hepsi kartlı ve bizdeki gibi bir saat içinde tekrar kullanırken veya metroya binerken ücretsiz binmek diye bir şey yok. her defasında kartı okutmak gerekiyor. havaalanına gidişte ise üç katı para ödüyorsunuz ve yolda görevliler otobüs içinde dolanarak kartı kontrol ediyorlar. hatta giderken adamın biri bi kez okuttuğu için 50 lei ceza ödedi. yorgundum basmayı unutmuşum gibi numaraları yemiyorlar ama onun dışında şehir içi hatlarda çok da sıkı bi kontrol olduğu söylenemez. tabi ki de bir türk kafasıyla "bedavaya binersin ki lan" diye aklımdan geçirmedim değil. hatta bir ara kartları delerek ücret aldıklarını belirledikleri dönem romanya'daki öğrenciler de bazı cinlikler yapıyorlarmış. bu arada yanlış anlamadıysam öğrencilere kan vermeleri durumunda ücretlerde tekrar indirim sağlanıyor. insanları yöneltmek adına güzel bi uygulama olduğunu düşündüm. 

yurtlarda perde ve halı yok. kaldığımız oda giriş katındaydı, perdemiz yoktu ve oda arka bahçeye, yan yana üç bar-kafe tarzı yere bakıyordu artık ne kadar ne gösterdik bilemiyorum. tuvaletlerde taharet musluğu yoktu ve yo dostum yo, bu önemli bir detay. plastiği yurtdışından ithal ettikleri için su oldukça pahalı. yurdun hemen yakınında carrefour vardı, ordan aldığım dokuzlu içme suyu 1 küsur lei iken büfeden 3 lei'ye alıyordum ki o da 1,5 lira demek oluyor. gerçi genel olarak bize içme suyu sağlıyorlardı ve terleme öyle bir boyuttaydı ki litrelerce su içmemize rağmen günde bir kez falan tuvalete gidiyorduk. (evet, tuvalete gidilebilen yerler kısıtlı olduğundan milletin çişinden haberim var. ya yurtta gidiyorduk ya da gittiğimiz barlarda.)

şehrin her ne kadar bana göre her yanı gezilip görülecek gibi geldiyse de tabi ki de orda yaşayan insanlar için belli yerleri önemliydi ve yaptığımız turda çok da fazla şey gördüğümüzü söyleyemeyeceğim. zaten yazılışı okunuşu ayrı dünyalar olduğundan yerler aklımda sadece görsel olarak var, adları hakkında çok bir şey bilmiyorum. aynı şey önemli devlet adamları ve efsaneleri için de geçerli. ama romanyalı'ların az biraz kafadan çatlak olduklarını gösteren şeyler öğrenmedim değil. örneğin son krallarının görüşmeye geç gelen birine hediye olarak saat göndermesi ve görüşmenin yapıldığı yerdeki sandalyenin rahatsız olmasının kısaca "kısa kes" demek anlamına gelmesi gibi. ayrıca yurda giden yolda ikiye ayrılmış bir yapı var çünkü binanın iki sahibi anlaşmazlık yaşamışlar ve binayı ikiye bölmüşler. makine o sırada yanımda olmadığından fotoğrafına sahip değilim lakin genelde birlikte geziyor olduğum çocuk mimarlık ve tarih okuduğundan bana ilginç şeyler anlatıyordu böyle arada. bu arada devlet ikinci üniversiteyi okuyanlara destek vermiyor, miktar fazla olmasa da kendileri karşılamak zorunda kalıyorlar. lise bitirme sınavı bizde özel bi programda okuma gerekliliği isteyen ib sınavları, yani benim lise dörtte bi yandan öss'ye bi yandan mayıs finallerine çalışmamı gerektiren sınavlar. üniversiteye girmek için ayrıca bi sınava girme olayını zaten ilk seferinde algılayamadı yanımdaki çocuk. (yanımdaki çocuk da neyse, kısaca C diyelim.......) 

gece eğlencelerine gelirsek genel anlamıyla eğlenirken bizim kadar sağlarını sollarını düşünmüyorlar. poz kesmek amacında değiller ve erkekler gayet iyi dans ediyorlar. hatta ikinci gece gittiğimiz el comandante'de dansı başlatanlar onlar oldu. türkiye'de erkeklerin salınmasına alışkın olan bünyemin buna şaşırdığını belirtmem lazım. barda öylesine birine bana bi içki tavsiye etmesini söyledim menüyü algılayamadığımdan, tavsiye ettikten sonra bana tekila shot ısmarladı ve ısrarcı olmadı üzerine ki takdir ettiğim bi başka davranış oldu. çalınan şarkılar ıptıs çıktıs gitmiyor ya da en azından gittiğimiz yerlerde öyle değildi lakin pop müziklerin yanı sıra bir reggea kafası hakim. (sanıyorum ki komünizm etkisi) içkiler oldukça ucuz örneğin 10 tekila shot 50 lei idi. ama tabi gidilen yere göre de değişiyor. öte yandan bize normal gelen fiyatlar, mesela tunalı'daki içki fiyatları, onlara oldukça pahalı geldi ve bi bira fiyatına üç bira alabileceğini söyledi C gittiğimiz karaoke barda. karaoke barlardayken fark ettiğim bi şey de amerika kültürüyle yaşıyor olduğum gerçeği oldu bu arada; çünkü söyledikleri çoğu ingilizce şarkıya "bu ney ya" tepkisi verdim. gece kulüpleri de sıcaktan paylarını alıyorlardı tabi iki şarkıda dans ettikten sonra kırk derecede yanıyor hissi sarıyordu her yanımı zaten tüm geceyi içerde popo sallayarak geçirmek yerine C'yle birlikte turlayıp muhabbeti etmeyi tercih ettim. gece üçte dörtte şehir merkezinden yürüyerek yurda dönmek hayatımın en güzel anlarından biri oldu hatta. arada çıkıp eğlenmek dışında parti görl olmadığımı kendime bi kez daha kanıtlama fırsatı buldum kısacası romanya gecelerinde. onun yerine geceleri yolda  bi yerlerde oturup muhabbet etmek bana çok daha fazla keyif veriyor.

romanya'dan bildiriyorum.

-kör olmamak için reader'dan okunacak yazı-


HAVA İNANILMAZ SICAK. diyarbakır'da asfalta yumurta kırdıkları bi haber vermişlerdi bi kaç yıl önce, yumurtanın iki saniye pişmesine "aaa"layıp "oouu"layan adamlar falan vardı etrafta. farkı yok. insanlar güneşe alışkın, şapka takmıyorlar. 24 saati bayağı bayağı geçmiş bir süredir ayaktayım ve yalnızca bi saat uyudum. 

romanya'ya gidiş maceramda olaylar boka sarmakta ısrar etti yine. sabiha gökçen'den havalanırken her şey iyiydi güzeldi hatta üç kişilik sırada tek oturdum, sabaha doğru istanbul'a yukardan bakmak fena değildi hani. sonra pasaport kontrolünde görevli yabancı olduğuma yürekten inanarak öttüğüm için "shoes" dedi, ayakkabıları çıkardım sonra da uslanmayarak tenks dedi. şöyle bi dolandıktan sonra o kadar kalabalığın bana göre olmadığına karar verip emperyalizmin kollarında starbucks'a sığındım........ kahvemi yudumlar iken fotograf çektim havaalanı içinde lakin yükleyemiyorum. starbucks'taki görevli de gudmorninini eksik etmedi. sonra gidip suratsız suratsız bi çaklıt moka dediğimde hayalleri yıkılmış olabilir. bu sırada çevremde yavaştan gelişen asyalı tehdidini de gözardı etmiyordum tabi ki dostlar.

neyse efendim bindik bükreş uçağına, yerime geçeceğim adamın biri koridorda durmuş simsce konuşuyor sonra hostes hanımlar buyurdular ki adam çekik gözlü evlatlarının yöresinde oturmak istiyormuş, yer değiştirir miymişim. e dedim ortada oturmaktan iyidir değiştireyim. gittiğim sırada iki tane asyalı oturmuş çekirdek çitliyorlardı ve sevgili gönül dostları size yemin ederim varoşluk dediğinizin allahı asyalılar'da mevcut. türkiye sınırları içinde ağzımın açık kaldığı gerzekliklere fazlasıyla sahipler. elleri dursa ayakları, ayakları dursa çeneleri, çeneleri dursa çekirdekleri durmuyor. evet ağızlarının ortasına koymak istedim. ki bavulum ortalıklarda görünmediğinde ve beni karşılayacak olan insanları da bekletmiş olmanın vermiş olduğu sinir harbiyle o bantın üzerinde bavulların kaydığı zerzevatın adı neyse orda bavullar takılıp da bunlar da salak salak güldüklerinde gidip bavulu tüm hışmımla düzeltmem üzerine ürkmelerinin ardında tamamen bu yatıyor. asyalı sevmiyordum, gördüm, inceledim, tecrübe ettim şimdi daha bir sevmiyorum.

yarım saat bekledikten sonra dedim ki anlaşıldı bagaj gelmeyecek. adama dedim ki böye böyle, ne iş. bana havayolunu sordu. törkiş der demez ah yu hev tu go der deyişindeki manadan anladım ki ilk değilim ve son olmayacağım. tüm kablolar da bavulda olduğundan çektiğim üç fotoğraf vardı onları da yükleyemiyorum şu an. bi şeyler imzalayıp çıktıktan sonra elinde bi a4'le beni bekleyen güzel insana yaklaştım ve önünde bi süre telefonla konuştum sonra kafamı kaldırıp hay dediğimde bi an bi türk'ü beklediğine ve o türk'ün ben olduğuna inanmak istemediğine dair bi bakış attı. sonra konuşmaya başladık, (türk'e benzemiyorsun'u ilk ondan duydum ve erkek bireylerden aynı lafı duymaya devam ediyorum.) oldukça sevimli bir insan ve ineceğimiz yeri karıştırarak bana nerdeyse şehir turu attırdı ama uykusuzluktan ve netice itibariyle romanya'da olmaktan duyduğum mutluluktan ötürü o kadar rahattım ki sorun etmedim ve uykusuzluktan algı sorunu yaşadığımdan dediği çoğu şeye idiotça güldüm. sonra zaten aym e totıl idiyot dediğimde kahkaha atarak bu tespitimi doğruladı. romanya'da metrolar çok değişik, eski olanların dışları tamamen graffitilerle kaplı çünkü görevli falan yokmuş başlarında bi zamanlar ve umuma açık graffiti alanlarıymışlar. 

bu arada GÜNAHLARA ADIM ATTIM. domuz etini denedim hayatımda ilk defa ve fena sayılmazdı. bi başka detay da romanya'nın kağıt paralarının plastik olması. düşününce oldukça zekice buldum, az yıpranma uzun ömür. bu arada köpekler peşimizi bırakmıyor sayın izleyen. hakikaten de ortalıkda köpekler geziyor  ve götüm götüm olsam da insanlar normal davranmaya devam ettiklerinden havladıklarında kuul bir hava takınıp şöyle bi bakıp, kafayı eğip götüm götüm olmaya devam ediyorum. bi saat içinde umarım bagajıma kavuşacağım bu arada.

insanlar güzel, muhabbet güzel, romanya güzel ve tamamen bir yabancı olmanın ay dont andırstand yu diye yırtma avantajının yanı sıra ortalık yerde bi bankta oturup -vayırlıs sebebiyle- şu anda laptoptan bunu yazabilecek kadar getirdiği bi güven var. tam karşımda pub varken hem de. hdhglkjjhs gariplikleeer gariplikler. ha bu arada ankara'da giydiğinizde garip karşılanacak şeyleri burda herkes giyiyor olduğundan, insan giydiğinden hiç çekinmiyor, oysa aralarında sadece yuvarlak hesap iki saat mesafe var uçakla.
sevgili blög. ankara şu an serin. ben yorgunum. heyecanlıyım. biraz yalnızım ve bu yalnızlığımı sabaha karşı havaalanında dolanırken pekiştirip, kutlayacağım. garip bi şekilde hep istediğim şey aniden ayağıma geldi. 

tekbaşıma, gidiyorum. 

düşündüm, eskiden olsa en azından bi şekilde beni mutlu eden, heyecanlandıran biri olurdu hayatımda. yakınımda olmasa da hayatımda. şimdi yok ve bu, değişik bi his. kötü değil, güzel değil. bilmiyorum, farklı. insanın kendinde büyüdüğüne dair işaretler bulması sadece yanılgıdan mı ibaret emin olamıyorum; ama söylemek gerekirse biraz büyüdüğüme inanıyorum. hala bi çok konuda kafam karışık, hala içimde panik içinde ekinler sağa sola koşturuyor, hala küçücük bilgilere çok heyecanlanıyorum ama istemediğimi bildiğim şeylere bi yenisini eklemek beni ne istediğim sorusuna cevap bulmada bi adım ileri götürür gibi geliyor. bilmiyorum, belki de yanılıyorumdur. 

yine birini sevmeyi, dokunup öpmenin bana yetmediği zamanları yaşamak istiyorum. sonbahar gelsin, kafam eğik, yanımdaki adamı dinlerken yaprakların üstüne basayım istiyorum. yağmur yağsın ve insanlar koşuştururken yine biriyle şemsiyemi paylaşayım istiyorum.

temmuz yangındır, gitmek güzel. 
şimdi size bir salaklık hikayesi anlatacağım. her şeyin detayına, içeriğine, açıklamasına hiçbir şey olmasa bile bir göz gezdiren ben, romanya'da yapacağım sunumun medya ve sosyal medyayla ilgili olacağı kısmını duyar duymaz artık nasıl bir "yurtdışına gidiyorum ulan hem de sevdiğim bi konuda sunum yapıjam" hezeyanına kapıldıysam, kendi kafamda hemen bir sunum planı oluşturup araştırmaya giriştim.

yaklaşık bir haftalık 7953845 siteye girip çıkma sonucu, medya ve sosyal medyayı en sevdiğim konu olan reklamlara bağlayıp "al sana güç" diye bir sonucuna varmayı uygun buldum. dahası ne güzel oldu ne hoş oldu, insanlar eğlenecek diye kendi kendime gururlandım, heyecan yaptım. bu sırada sunumun abstract'ını ilgili hatun kişiye yolladım, "heyecanla gelmenizi bekliyoruz (:::::::" diye cevapladı mail'i.

son üç gündür saatlerdir sunumla uğraşıyordum bilgisayarda, sonra aniden dedim ki şu yazıları mazıları bi gözden geçireyim belki gözden kaçırdığım bi şey vardır. siteyi açtım. kendi konu başlığıma geldim derken ne göreyim, SUNUM MEDYA SOSYAL MEDYA VE POLİTİKAYLA İLGİLİ OLACAKMIŞ AMK. harcadığım zamanın bolluğu lök diye içime oturdu böyle. hayır kız da hiç demiyor ki "nerde politiks? ben göremedim?"

neyse ki hala reklamlarla bağlayabilirim konuyu ama sunumun bi yerlerini değiştirmem, sıralanışı baştan yapmam ve iki örnek daha bulmam gerekiyor. üstelik bunların hepsinin en geç yarın akşamüstüne kadar bitmiş olması gerekiyor ki kendi kendime sunum yapayım, zamanı ayarlayayım. 

yuh diyorum kendime, yuh ulan.