şimdi düşünüyorum da keşke okul kütüphanesinden anı diye tez kitabımı çalacağıma tutunamayanlar'ı çalsaymışım.

topuklunun erkek üzerinde yarattığı etki adı altında bi sosyolojik - psikolojik araştırma olması gerektiği görüşündeyim. gerçi belki vardır. ama yani normal zamanda ayağında converse varken sana hayatta yol vermeyecek o adamın iki topuk sesi duyunca aniden kafasını kaldırarak sola çekilmesi, taksicinin parayı ben uzatmasam almayacak oluşu (zaten üç milyonluk yerdi; ama neticede taksiciden bahsediyoruz), lavabonun yerini sorduğunda garsonun sesine yerleşen o garip ton. yani değişik. anlatabiliyor muyum.

kütüphanemde duran test kitaplarına elveda deme vakti geldi ve hepsini üst üste yığınca belime geldiklerini fark ettim. küçük bi serveti çöpe attığımı tahmin ediyordum da yine de daha azdır diye düşünüyordum. ki boyum 1.72 falan.

o iş de bittikten sonra kağıtlara dalayım dedim; çünkü geri dönüşüme gitmesi gereken kilolarca kağıt var. yalnız insan çıkardığı notlara kıyamıyor. yani o kadar güzel yazmış çizmişim ki, örneğin t.s. eliot amcamızın the love song of j. alfred prufrock şiirini atamadım; çünkü kendimi o şiirin işlendiği derse adeta 'adamışım'.

cumartesi günü modaya uyup antalya'ya yollanıyorum; ancak tabi ki gittiğim beyazlıkla geri döneceğim.
büyük bi hızla dağılıyoruz. yanımda olmasını istediğim insanların hemen hepsi istanbul'a gidiyor. biri de yurtdışına. şu boktan şehirde kalan yine tek ben oldum. okulumun yarısından çoğunu üniversitemde de göreceğimden eminim ve on yıldır birlikte okuduğum embesil ordusundan farklı bir çevre edinmek istiyorum artık. üzülüyorum lan. cidden üzülüyorum. üstelik iletişimin öylesine bi bölüm olarak görülüp, elini kolunu ve parasını sallayanın geldiği gerçeği de ne kadar arkadaş edineceğim sorusunu koca boşluklarla cevaplıyor ancak.

içim sıkılıyor. veda partileri falan var. hava sıcak ve ben aslında hala mutlu değilim.

edit | underground poetix'in on birinci sayısı için çeviri aldım ve bu sefer içinde kısa da olsa bi şiir olması beni germiyor değil.


ben ilkinde 6 dakikada bitirerek yavaşlığımı ortaya koydum. sizi de görelim.

eski koltuklar

ersin karabulut'un bu çizgi hikayesini okuduğumda beğenmiş, şaşırmış ve harika bi distopya örneği olduğunu düşünmüştüm. kısa filme uyarlama fikri oldukça güzel olmakla birlikte oyunculuğu pek güzel bulmadığımı söylemem lazım. neyse şuradan buyrun:



hikaye için. (resmin tekrar üzerine tıklayınca büyüyor.)



cope with cope

merhaba. öncelikle şu çizeceğim tablodaki yanlışı bulalım: bu akşam benim dışımdaki tüm aile bireyleri dışarı çıktı.  bulduk mu? hah, tamam. şimdi sıra herkesin dışarı çıkması ve benim de aç kalmam üzerine olan tarafta. baktım midem isyan ediyor, e hazır plaj mevsimi de gelmiş kendimi aynada inceleyip beğenmemezlik yapmazsam olmaz, burger king'i boykot ettiğimden mc donalds'tan sipariş verdim. (evet. ironik. evet ordan değil de öbüründen yiyerek kapitalist sistemin dişlilerine büyük başkaldırılarda bulundum adeta. neyse burayı geçelim.) geleliiiim artılara eksilere. bi kere burger king'in paketlemesi daha güzel. yemek geldiğinde alt üst olmamış oluyor hiçbir şey; ama mc donalds'ın da patetesleri sıcaktı. ikisi de yan yanalar ve katettikleri mesafe dolayısıyla aynı. yine de patateslerin elma dilimi olmaması (oha. sipariş verirken patates dilimi dediğimi fark ettim şu an. ondan getirmemiş olabilirler bak. bi de bunu tartayım kafamda.) kalbimi kırdı. ayrıca fazla tuzluydu. burger'ın ayranı daha büyük oluyordu diye hatırlıyorum değilse de daha güzeldi ve neticede afiyetle mideme indirdim. böyle yani. bu.

bi de ilk yıl alacağım derslere yaklaşık bi yıl sonra alıcı gözle bakıp keyfe geldim ki sorma. çok güzel lan! şimdi gideyim de hazırlığı atlayayım. 
galiba işsizlikten üniversiteliliğe terfi ettim sevgili okur.

yemek masasında kısa paslaşmalar vol. 1

abim: scrabble oynayalım mı?
annem: karpuz ye karpuz.

türkçe'sinin olmasını isterdim gerçekten. uzun ama izlediğinize değeceğini umuyorum. ayrıca aklıma takılan bi başka şey de "özel hayat" kavramının gösterdiği değişim. yani bu yeni olan bi şey değil tabi ki de vahşi sözcükler kullanarak cinsellikten, kadından, erkekten olayı kişiselleştirerek bahsetmek nasıl oluyor da bu kadar taraftar buluyor kendine anlayamıyorum. her şeyi öylece ortaya sermek. kullanıcı adlarının ardına saklanarak her şeyi meşrulaştırmak bana bir değişik geliyor. neyse bunlar 04:40 kafaları.

potansiyel bi kolesterol hastası olmama karşın yediklerime tabi ki de bu yaşta dikkat etmiyorum. ileride zaten etmek zorunda kalacağım. bu, şu dakikalarda mideme ruffles ve çokonat indirdiğim için. neyse mesele şu ki neredeyse dolmuş makineye bulaşık yerleştirmenin ayrı bir sanat olduğunu düşünüyordum ki dil çıkaran amcanın şu sözünü buraya kondurmaya karar verdim : coincidence is god's way of remaining anonymous. yanisi tesadüf tanrı'nın tanımsız kalma yöntemidir.

düşünce balonlarınızı şu aşağıya aktarmanız güzel olmaz mıydı, bence olurdu.
abimle evde yalnız olmak iyi hoş da, bulaşıklar işi bozuyor. zira hep ben ilgileniyorum.

annem mutfağın halini görse..

sözün bittiği yer-ler


bu filmi izleyince ağlıyorum ben. öyle oldu. (ayrıca filmin son sahnesi belirteyim.)

ve ayrıca recep tayyip erdoğan'dan geliyor:
"Bu eylemlerin ve arkasındaki güçlerin amacı apaçık ortadadır. Türkiye cumhuriyeti, diğer bütün sıkıntıları gibi, terör sorununun da üstesinden gelecek güce ve kararlılığa sahiptir.
Türkiye, demokrasiden, hukuktan ve kardeşlikten asla taviz vermeden, terörün de, onun gerisindeki güçlerin de üstesinden gelmeyi başaracaktır. Şehitlerimizin acısı yüreklerimizi dağlarken, terörle mücadele konusundaki kararlılığımızı da güçlendirmektedir."

ee, dokuz yılda ne oldu?




bu, parmaklarımı saçlarına dolamak istediğim hatun kişi için.
bu adamı seven de var nefret eden de. ben sesini kullanış tarzını kaan tangöze'ye benzetmekle birlikte henüz karar veremedim. ama şu şarkı hoş.
az önce "jilet gibi olacak jilet gibi olacak" diyerek abimin staj pantolonlarını ve gömleklerini ütülediğim düşünülürse, taliplerimin bazı şeyleri yeniden gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum.
gençler!

tabi ki de kimseye böyle hitap edecek değilim. 

şimdi biliyorum ki aramızda kumral ada mavi tuna'yı seven sayan arkadaşlarımız var ki aralarından bazılarını pek de severim, kendisileri kendisilerini bilirler. evet kendisileri. ama fakat lakin iki yeşil su samuru'nu okumuş sevgili kardeşlerimin aradaki benzerliği gözden kaçırmayacaklarını düşünüyorum. üstüne üstlük iki yeşil su samuru 91 kumral ada mavi tuna 97 basımlı kitaplar ki, su samurlarının çok daha başarılı olduğu konusunda hemfikir olabileceğimizi düşünmüyor değilim. bilmiyorum belki edebiyat eleştirmenleri buna kendi tarzını oluşturmak falan da filan diyorlardır ama bi okur olarak aynı yazarın benzerlik çizgisini şöyle böyle aşan yapıtlar vermesini HOŞ BULMUYORUM. uzuner de beni bekliyordu zaten.

neticede kitap beklentilerimi fazla karşılayamamış olmakla birlikte sınava hazırlık süresince kaybettiğim ve tekrar kazanamamaktan dolayı ödümün patladığı "kitap okuma alışkanlığı"na geri dönüş için çıtır çerez bi basamaktı.

arz ederim. 
ya aynı kitapta ikinci kez ya da aynı yazarın farklı bi kitabında daha okudum ama şu iki cümle çok kalbimi kırıyor:

"ama bir erkek yaşamı boyunca aslında bir tek kadını sever. önce ve sonrakiler birer arayış, kaçış ve aldanıştır!"

şimdi şapkaları çıkarıp biraz hüzünlenelim.
altı - yedi yaşlarındayken küçük dayım bi gün salonda elinde mabel yazan kahverengi kaplı o ince şeyi sallayarak "sana bu çikolatayı vereyim sen de bana kumandayı ver" demişti de, anca olanlar olup da kumandayı kaptırınca mabel'in sakız olduğunu anlamıştım.

zındık.

her şeyin net olarak belirlendiği durumları pek sevmem lakin şu ara hayatım öyle bir belirsizlik içinde ki, tarif edemiyorum. içinde yatacağım odadan, hayatımda olacak insana, önümüzdeki yıl ne yapıyor olacağıma kadar her bir şey BELİRSİZ. hatta belki, hani tanrı kıyak geçerse, yaşayacağım şehir bile belirsiz. sokağa atılmış bi poşet gibi rüzgaaar nereyee... üstelik karşımdaki insanın geleceği de aynı seviyede belirsizliklerle dolup taşınca, iki taraf da kendini bırakmaktan fersah fersah uzak oluyor.

sonuç: kendimi başıboş bırakılmış gibi hissediyorum. "yapacak daha önemli işiniz yok mu yahu sizin?" sorusuna ilk defa doğruluk payı yüzde yüz olan "yoooö" cevabını verebilecek bi boşluktayım. ayrıca yaptığım her hareketten önce tuhaf bi tonlamayla "eallah" diyorum ki, akıllara zarar.

bugün motor dersini asıp telwe'de boktan bi türk kahvesi içip otuzlu yaşlarındaki biriyle yirmili yaş muhabbetleri döndürmüş olmaktan da katttiyyen pişman değilim. (on sekiz çok arada lan.) önümüzdeki hafta ev ahalisinin bir kısmının şehri terk eyliyor olması da cabası. CABASI. ama kahve hakikaten boktandı, napalım yani bira mı içecektik illa.

neyse, neticede bir erkeğin başka bir erkeğin hal ve hareketlerini çözümleyemediği asfalta yumurta kırmalık zamanlar bunlar, en iyisi uzun uzun uyumak. gidip azıcık okey oynayayım.
sevgili blog okurları goodreads hesaplarınızı yazsanız ya buralara, kaynaşsak, bakışsak, yeni kitaplar okusak.

üşenmeyin lan.
şuraya bi gün fotoğrafını koyup, altına "nasıl delirdim?" yazacağım bi adam var. AYIP LAN. geçen imge'de raflara bakınıyordum, milletin nasıl vitrin sevdası varsa benim de raf sevdam var, incisözlük'ün kitabına denk geldim. adamlar bayağı ciddi açıklamışlar falan filan gören de hani hakikaten sadece o anlattıkları gibi başkaldıran, tepki koyan bi oluşum diye düşünür de eşeği niğde'ye süreli çok uzun zaman oldu. sekiz - dokuz yaşlarındaki kuzenimi arasam acilen tedavülden kalkması gerektiğini düşündüğüm o korkunç p'yle başlayan kelimeyle hitap edecek bana. yani tamam bazı şeyleri iyi hoş yaptılar ettiler de şu an neresiyle övünüyorlar onu anlamış değilim. popülere tepki koyup kendi içlerinde çöktüler gibi değil gibi.

onu bunu bırakalım da, bazen çok ufak cümlelere ihtiyacımız oluyor. 

gel,
gitme.

bana başarısızlığın resmini çizebilir misin abidin?


buradan tez danışma hocama ve ingilizce sorularını hazırlayan ibo'ya küfürlerimi yolluyorum.
aylar önce tanıştığım bi adam bana bende olacak ufak değişimleri söylediğinde tam anlamıyla "he" deyip geçmişken, şimdi o değişimleri aynaya baktığımda görmek de bir tuhaf oluyor.

yes, it is a bakkal.

güneş kremi sürmediğim bir ayak parmağımın kaldığı günlerden merhaba. çocukken bi keresinde amasra'da yazlıktayken (!) kahvaltıda yanılmıyorsam vişne reçeli yemiştim ve sonra apartmanın önündeki boşlukta oynamaya çıkıp da iki dizimin üzerine düştüğümde akan kırmızı sıvının az önce yediğim o reçel olduğunu düşünmüştüm. bence doğruydu. koyu ve reçel kıvamındaydı bi kere.

bu iki dizin üzerine düşme olayı benim tarihimde ilk değildi tabi. dedem ve abimle futbol oynarken yapışmıştım ilk kez yere ki etrafımdaki insanların canhıraş bi şekilde o kanı durdurma ve yarayı temizleme çabaları bugün hala bi sinema karesi gibi aklımda.

hiç dikiş atılmamasına karşın iki dizimde de o düşüşten sonra çizgi şeklinde yara izleri oluşmuştu ve babam yıllar boyunca büyüdüğümde estetik operasyonlarla izlerin düzeltilebileceğine inandırmıştı beni. şimdi düşündüğümde o izlere babamın benden çok taktığının farkına varmakla birlikte, nedenini hala çözebilmiş değilim.

derken biraz büyüdüm, futbol oynarken bi kez daha düştüm dizlerimin üzerine. liseye, yani dış'ımla sorunlarımın olmaya başladığı döneme geldiğimde de sorun edecek o kadar fazla şey vardı ki dizlerimdeki izler kollarımdaki benlerle eşdeğer olmuşlardı.

şimdi etek, elbise giydiğim nadir günlerde kapıdan çıkarken o izler aklıma geliyor ve omzumu silkip, gündelik insan arasına karışma sürecimde kaygılanmam gereken diğer şeylere odaklanıyorum. ya otobüste dengemi kaybedersem? ya yolda kaldırım taşlarına takılırsam yine? ya çok konuşursam?

insanı bazen en çok zorlayan şey dışarıdan bakılınca görülen özgüvenin aslında öyle olmadığını dışarıya yansıtmamaya çalışmak oluyor. en azından, benim için.

bugün biraz fotoğraf çektik.

falan.
ve uzun zamandır kendime bu kadar sinirlendiğimi hatırlamıyorum. herkese karşı umursamaz ama kendime gelince acımasızım. nasıl olacak bu işler daniel.
buradan bloglarında jim morrison fotoğrafı olan bazı arkadaşlara seslenmek istiyorum, bugün ölüm yıldönümü(ydü) ama tek bi kelime göremedim lan, ne güzelsiniz siz.

içimde kalmasın.
şimdi ben de yarın öbür gün sizi zemzem suyu içtiniz diye bıçaklasam, iş mi bu? değişik kafalar ülkesi. içer de sıçar da sana ne lan.