"kendi rızasıyla oldu"

hayatımda kaç kez başkasının yerine, başkası için ağladım bilmiyorum. belki de bugüne kadar hiç. 

kaç kez istedim ki azıcık daha az hassas olayım, kaç kez istedim ki bilmeyeyim, görmeyeyim, duymayayım. 

biri söylemişti herhalde "bana ucu sekse dokunmayan bir şey söyle" diye, giderek, gördükçe, duydukça edilen en doğru laflardan olduğunu düşünmeye başladım. içinizdeki hayvani dürtülerde, o pislenmiş zihinlerinizde ucu buna değmeyen bir şey var mı. bir hafta öncesine kadar nefsinize hakim olmakla övünüyordunuz, şimdi başı nere sonu nere belli olmayan uçkurunuzun hesabını on dört yaşındaki bir kız veriyor. 

bir ay olmadı buraya yazdım, bazen nasıl da sanki "aklımıza bile getirmek istemediğimiz o şeyleri" yaşayan kadınların hüzünlerinin gelip içime oturduğunu. kendimi nasıl suçlu, çaresiz, karanlık hissettiğimi. bugün olmadı, o kadarla da yetinemedi benim vicdanım. içimden taştı. tamir etmek istedim. o küçücük kızın kırılan, yaralanan, kararan neresi varsa tamir etmek istedim bir şekilde. bir şey yapmak istedim. kendi geleceğimden korktum yine. ama belki de ilk kez kendi geleceğimden çok, o küçük kızın geleceğinden korktum. geleceğe dair içinde hiç umut kalmamasından korktum. tutunacak bir şeyi kalmamasından korktum. belki de kendine, kendi bedenine duymaya başlayacağı nefretten korktum. 

insanların böylesine bakmasından korktum. böyle her gün oluyormuş gibi, çok normalmiş gibi. bu kadar kolay mazlum rolüne bürünebilmelerinden korktum insanların. vicdanlarının yerini alan "etraf ne düşünürcülük"lerinden korktum. 

eğer varsa, yukarıdakinin adaletsizliğinden korktum.

ama maç konuşun olur mu. 
afyonunuzu eksik etmeyin amına koyayım, maç konuşun siz. 

insanın cinsiyetinin insana ağır gelmesi nedir, nasıl bir şeydir. 

'mükemmel olmak yakışmıyor insana'

insanın bazen o kadar da çirkin olmadığına inanması için aynaya bakmaktan çok daha fazlasını yapması gerekiyor. mükemmeliyetçi olmanın en berbat yanlarından biri de şüphesiz mükemmel olamayacağını bildiği halde insanın kendini içeriğinin ne olduğunu bile bilmediği o mükemmele yaklaştırmaya çalışması. öte yandan mükemmel olan, görünen, hissettiren şeyleri hastalıklı bulması. 

bir insan için mükemmel olma isteği. bir insanı mükemmelin içine koyma isteği. ve insanın kendine bakınca gördüğü mükemmel dışındaki her şey. 

sonra zihninin derinliklerinde bir yerde kulağına eğilip tıpkı natalie portman'ın filmin son sahnesinde söylediği gibi "perfect" diye fısıldaması. ve aslında hiç fısıldamayacak olması.

elde varolan ve varolmayan her şeyin büyük bir soyutluk içinde buharlaşıp yok olması korkusu. sabahlara onunla uyanmanın düşüncesi ve aradaki yıllar. büyük bi hızla geçmesi gereken ve durdukça duran yıllar. geçip gittiklerinde götürecekleri şeylerden deli gibi korkarak. ve yine de tahmin ederek, yaşanılmamış ne varsa tozu dumana katarak. en azından diyorum gülümseyebilsem. aralardaki çatlaklardan sızarak aklımda ufak detayların kalacağı birkaç gün.

sonra sabah beşte birileri yine eve dönüyor.
all theories
like clichés
shot to hell,
all these small faces
looking up
beautiful and believing;
i wish to weep
but sorrow is
stupid.
i wish to believe
but belief is a
graveyard.
we have narrowed it down to
the butcherknife and the
mockingbird.
wish us
luck.
merhaba blog. telefonu bütün hışmımla alıp duvara fırlatmak istediğim, aklıma takılan şarkıları sonra açıp dinlediğimde içlerinde aklımdan geçenleri yakalayınca gözlerimin dolmaya yakınlaştığı günler geçirmeye başladım. 

bunun dışında ağustos ölüm gibi.


"kimseye uğramam ben sana uğramadan"