anlamlandıramıyorum
belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın

küçük şeylerin büyümesiyle hislerin ters orantılı olması canımı sıkıyor.

mustang

birkaç saat önce mustang'dan çıktım.

öncelikli olarak şunu söylemeliyim, filmin vurucu olacağını biliyordum. hesaplayamadığım, vuruculuğu geçip karnıma tekmeler savuracağı olmuş. bilen bilir genel olarak kadınlarla ilgili bu ülkede yaşanan şeyler içimde birikir ve bazen taşıyamadığım bir ağırlık oluşturur. buraya yazarım falan. en son özgecan'ın öldürülmesinde böyle hissetmiştim. ondan önce n.ç. davası vardı. 

insanın evinde ve güvende olduğu için suçluluk duyması ağır bir şey. her gün sağlam bir şekilde apartmanın bahçe kapısından girip kapıyı arkamdan kapayabildiğim için aldığım derin nefes, ardından apartman kapısının kapandığına emin olma ve güvendeyim hissi. hemen sonrasında asansörde içimdeki suçluluk duygusunun ben buradayım deyişi. evin kapısından giriş ve bir sonraki geceye veya kadın katline kadar düşüncelerin ötelenişi.

ve buradan itibaren bu yazı spoiler dolup taşacak.

mustang bu konuların neresinde duruyor? her yerinde. köydeki elektriği kesen teyzeden itibaren kötü hissetmeye başladım sanırım. bir yanda kızların kaçarak maça gitmiş olması, öncesinde verilen, kadın taraftarları resmen aşağılayan maç yorumcuları ve bunların gerçek kayıtlar olması. teyzelerin ataerkilliği kabullenişleri içindeki dayanışma da denemez ya, çabaları. 

bundan sonra zaten her şey son hızda gerilmeye başladı ve ben tekme tokat girişilmesine hiçbir şekilde karşı koyamayarak gözlerim dolu dolu, hani tek gitsem ağlayacak kadar, filmi izledim. 

yola yazılan kalpli yazılara dahi salon gülerken gözüm doldu. teyzenin elektrik kesmesine de gözüm doldu, çünkü bu ülkenin gerçeği budur. çankaya'nın oran'a beş dakika olan bu bölgesinde de oturduğum sokağa benzer hislerle yazı yazıldı. şimdi düşününce belki de o kızı da istemediği biriyle evlendirdiler? yazı anında kapatıldı. bir süre asfaltta gölge olarak kaldı ve zamanla silindi, üstüne tekrardan asfalt atıldı, yok oldu. 

filmi oryantalist olmakla falan suçlayanlar olmuş yorumlarda. tersine ben şunu düşünüyorum: bu kızlar ve o babaanne herkestir. tüm kesimleri kapsar. bunlar sadece köylerde olan şeyler mi sanki? hemen karşınızda oturan yakın kız arkadaşınız eski erkek arkadaşı tarafından tehdit ediliyor olabilir ve bunu aylarca bilmiyor olabilirsiniz. başka insanlara olur sanabilirsiniz. sonra hiç beklemediğiniz anda o "başkaları" olursunuz. 

filmin sonuna doğru kızlar kaçarken yanımdaki kadın nasıl gerilmişse artık kendine hakim olmayıp, masaya bir şey düşünce yakalanacaklar diye ağzından ses kaçırdı. ha bu arada amcaları kızlara tecavüz ediyordu. taciz değildi o. onu herkes bi anlasın. taciz hafife alınıyor ya hani. tecavüz o. 

filmin umuda göz kırparak bitmesi güzel. bir anda istanbul'da, büyük bir ihtimalle sevgilisiyle yaşamakta olan dilek öğretmenin, okumuş bir kadının, kucağına atılan leyla ile beraber seyirci olarak rahatlarken şunu hatırlamak gerekiyor: çözüm biziz. çözüm kendini yetiştirebilme şansı tanınmış kadınlarda. bu sebeple kendime yüklediğim sorumluluğun ağırlığını taşırken tek olmadığımı bilmek bile bana güç verdi. birkaç yıl sonra bu konuda bir şeyler yapabilmeye başladığımda vicdanım daha da rahat edecek. umarım hiçbirimiz yalnız yürümek zorunda kalmayız hiçbir zaman. 
stresten midem bulanıyor ve ağlamak istiyorum. bu ülkede yaşamak her şeyin hayat memat meselesi haline gelmesi demek.
bugünlerde gördüğümüz kıyıya vuran çocuk cesedi fotoğrafı yıllar sonra ikonik fotoğraflar filan adı altında anılıyor olacak. böyle düşününce her şey biraz daha garipleşiyor. geçen bir film izledim, kabaca 90'ların savaş öncesi kosova'sında almanya'ya babasının yanına gitmeye çalışan bir çocuk hakkındaydı ve sahil güvenlik yaklaşınca kaçakçı bottaki -spoiler- bir çocuğu kavradığı gibi denize fırlatıyordu.-spoiler- film zaten çıplak olarak insani her şeyi gösteriyor. ortada iç acıtan, ekrandan göz kaçırtan imajlar yok ama izlerken içten içe geriliyor insan ve bam. az önce bahsettiğim sahne. neye uğradığımı şaşırdım bir an. her şey kurgu ama her şey çok gerçekti.

şimdi "yarın yolda tiksintiyle bakacaksınız"cılarla "bıktık ama onlar da insan bi yerde"ciler kapışır olmuş. herkesin kendine göre sebebi var. kimsenin kimseyi suçlama hakkı olmadığı gibi, herkesin kafaları çevirip de bakması gereken tek yer var. orayı da hepimiz biliyoruz. bu insanlar kamplarda kalabilselerdi veya tutulabilselerdi şu an sokakta sürünmeyeceklerdi ya da insanlar tedirgin olmayacaktı. bugün izlanda falan kampanyalar yapıyorsa bizdeki gibi sokaklarda dilenen, yerlerde yatan insanlar olmayacağını bildikleri için. ne yapacaktı insanlar? millet ayın sonunu getiremezken ekmeğimizi bölüşürüz deyip ev mi açacaktı? nereye kadar bireysel yardımlarla yaşayacak bu insanlar? söylenenlerin anlamsızlığının kendi kendine sokak köpeği beslemeye çalışıp da sonra yapamıyorum, insafsızlar falan diye çıldıran tiplerin girdiği hallerden farkı yok. geçici çözümlerle hiçbir yere varamazsınız. aramızda üç beş toplasak, halk yardım etseler falan bu soruna çözüm olmaz. devlet hiçbir şey yapmazsa, hiçbir şey değişmez.

ölen çocuklarla alakalı şu illüstrasyonu ancak ve ancak komik bulabildim. bu nedir ya? insanlar çıplak gerçeklikle öldü. ölmeye de devam edecek. çocukları tatlış bebiş çizimlerle resmetmek bir nevi vicdan rahatlatma herhalde. bir şey yapamıyorum, şöyle çizeyim de böyle yapayım da. tam tersi o fotoğraf ardındaki tüm vahşetle herkesin kafasına kazınsın, unutulamasın.

yıllardır blogger'ın düzeltemediği önemli bir nokta var ki, o da takip etme. her yerde tek bir follow/unfollow tuşuna geçilmişken, burada işlerin hala yıllar öncesinde kalmış olması can sıkıcı. neden böyle sevgili google? 

bir insanı kazanmadan kaybetmekten korktuğum için uzağında durmaya çalışıyorum. içimdeki hiçbir şeyin eşit derecede olamayacağına inanmışlık bana nasılsa olmayacak diyor. nasılsa benim gelmek istediğim kadar gelmeyecek, ben de başkalarının gelmemi istedikleri kadar gitmedim. bir yandan da biraz haketmişim gibi hissediyorum. eşitlik bir noktada işin içine giriyor olabilir yani. başkalarının ağzına sıçtın. seninkine de sıçılacak. falan.

kaybetmeyi kabullenemediğim için aklımı dağıtmaya çalışıyorum, işe yarıyor ama sonra durup güzel olan ne varsa kaçacak mıyım diye soruyorum. üzülmekten korktuğum için mi, üzülmenin zamanı olmadığı için mi?

sevmek cesaret isteyen bir şey, biraz bunu fark ediyorum. iki üç yıl önce farkında olmadan sevmiş bulunduğumda bundan haberim yoktu sanırım. 

bazı şeylerin her iki tarafında bulunmuş olmak insanın elini kolunu bağlıyor. yapacağım herhangi bir hareketin karşı taraftaki yansımasını, iç sıkıcılığını tahmin edebiliyorum ve bunu görmeye cesaretim yok. açık konuşmaya cesaretim yok. sadece durabiliyorum, çünkü insan nankör. öyle ya da böyle taktiklerle ilerlemeye mecbur olduğumuz zamanlarda yaşıyoruz ve benim bu sefer planım yok. sadece durabiliyorum.

kendimi kontrol edebildiğimi zannediyordum ama kendime oynuyormuşum galiba. şu an içinde bulunduğum hisleri bir anda fark ettim çünkü. sorun yok sanıyordum. bir şekilde olur falan. her şey olması gerektiği hızda mı ilerliyor, çok mu yavaş, ilerlemiyor mu, hiç ilerleyecek mi? hiçbirini bilmiyorum. tek tük kelimelerden, kısa cümlelerden anlamlar üretmeye çalışıyorum ve belki de hiçbir anlamları yok. ikili ilişkilerde fazla çalışan kafa her şeyi berbat eder ve ben de buna oynuyorum sanki.

grad

yapmak istediğim şeylerle arama düzenli olarak bu coğrafyada doğmuş olmanın verdiği maddi sıkıntıların girmesinden gına geldi. sürekli olarak bir şeyler kursağımda kalıyor. yani herhangi bir şeyin en süperi olmak için zaten yeterince hırs sahibi değilim sanırım ama güzel olan şeylerin kıyısından geçmekten yoruldum. güzel bir şey ya olsun ya da tadına da bakmayayım. bir noktada gerçekten oh be demek istiyorum artık. sıçarım öyle işe ya. hmm bu oldu, peki şimdi nolacak demekten iliğim kurudu ya. üstüne üstlük bir de olan bir şey üzerine evet çabalarım meyvesini verdi falan diye düşünmeye doğru bir adım atmaya çalışırken, yo ne münasebet diyerek geri oturtuldum. yapmam gereken milyar tane şey var ve kendi başıma yapmam gerekiyor. alternatifim yok, kimse bana yardım edemez. bendeki çabanın meyvesi buna kadar gelebildi. fenalıklar geçiriyorum arkadaşlar, fenalıklar.

bunun dışında starbucks'a başvurdum. wow wow wow. bi kahvemi içersiniz belki.

insan kendini kaç şekilde ikiye bölebilirse artık, her şekliyle böldüm kendimi. aklımı böldüm, kalbimi böldüm, hayatımı böldüm, vücudumu böldüm. savunmasız değilim ama tarif edemediğim kırgınlıklarla dolu içim. öfkem tam geçti mi emin değilim. insan neden acısını yaşamak için zaman tanımaz kendine sanki. çok üzülürsen devam edemezsin, üzülmezsen ileride yine çıkar karşına falan. ideal üzülme süresi varmış gibi. 

bir sürü şey değişti. varlığından haberdar olmadığım şeyler varmış, gördüm. bildiğimi sandığım şeyler hiç öyle değilmiş. sınırlar değişkenmiş, insanlar bir sürü. 

bir sürü şey değişti. 

yine de hiçbir şey kesin bir noktaya varmadı. aptal aptal ağlamak istiyorum. 

kendimi böldüm. iki taraf da birbirinden ağır. içim daralıyor. 
naber lan bulog, ben böyle:

vanya dayı ve bir şeyler üzerine

dün akün'de vanya dayı'ya gittik. uzun zaman sonra gittiğim bi oyun. bok gibiydi. tabi bunda yüksek ihtimal önceki gece sabahlamış olmamın payı da vardır ama oyuncuların ezberinin kötü olduğunu falan anlayabildiğimiz bir oyundan bahsediyorum. berbattı. üstüne bir de iğrenç seyirci kitlesini eklersek salondan suratımız ekşimiş olarak çıkmamız garip kaçmayacaktır. bak sevgili okuyucu sana sesleniyorum, o siktiğimin telefonunu ne sinema salonunda ne tiyatroda aç. hadi sinemada saygısızlığın tüm seyirciye, tiyatroda sahnedeki insana ettiğin terbiyesizliğin farkına var. sok o telefonu götüne.

projeleri teslim ettim, yazmam gereken iki kısa essay ve girmem gereken bir sınav kaldı. sanırım a ile geçebileceğim bi dersten sırf mezuniyet projemle uğraşmaktan yıldığım ve başka projeyle uğraşmaya bir gıdım isteğim kalmadığı için daha düşük bir şeyle geçeceğim. 

mezuniyet falan bunlar acayyyip şeyler. ama bildiğim bi şey var o da bir süre durmak istediğim. bir süre denizin ortasında süzülür gibi durmak istiyorum. sonra çeşitli şeylere endişelenmeye devam edeceğim. belki bu durma sırasında alakasız bir işte çalışırım. küçük bi kafede garson olsam mesela çok kötü olmazdı ama öyle küçük tatlış bir kafe bilmiyorum ankara'da. anca kızılay'da bok muamelesi. kızılay demişken, leman kapanmış? yerine zaytung gelmiş? ama garsonlar aynı? hsdfnlsgjm canımız sağolsun.

şu birkaç haftada bir sürü insanla tanıştım ve bundan çok memnun olduğumu söylemek istiyorum. ondan da öte üniversite hayatımın en güzel insanıyla tanıştım mezun olmadan. du bakıyım. valla en güzel. 

yarın mülakat seminerine gideceğim. ahahaha öfff. önemsemediğin şeyleri önemsemeye başlayınca mülakatın da seminerine falan gidiyorsun işte. 

boş mu konuşuyorum diye sordum kendime vallahi boş konuşuyorum be.

neyse şunu dinleyin

bunu da izleyin

iyi gelir (ikisi de 2011 tarihliymiş be. e tabi insanın kayıp yılı olunca. onları kaçırmışım hep).

best day of internet

hohoho vallahi öyle oldu. ama ondan önce, uyku çok garip bir şey. projeye devam etmeye başladığım anda inanılmaz uykum geliyor. aptal aptal internette dolaşmaya başladığımda ayılıyorum. isteksizlik falan bunlar mühim şeyler.

neyse. bugün internette baya güzel şeylere denk geldim. resmen verimli kullandım.

öncelikle işaret dilini öğrenebilmeyi hakikaten kolaylaştıracağını düşündüğüm şu proje.

sonra kurucuları çok zeki, barselona'dan ajansın yaptığı şu pr.

bu video:



bu reklam.

konuşacak kimselerim azaldığı için artık daha sık falan yazabilirim. kim bilebilir. şimdi boynum kopana kadar çizim yapmaya devam edeceğim.
aklımı kaybedeceğim.
bugün duş alırken tabuları düşündüm. ama ortalık yıkmayan tabuları. kılları düşündüm. terlemeyi falan. göbekli olmayı. bunlar bazı tabular. bülent ersoy'un ameliyatı gibi bi takım tabular. gerçi o konu belki ortalık yıkabilir.

hayatıma giren hiçbir insanın normal olmayışını elbet ben de istemedim değil. normal bir insandan sıkılırdım, sıkıldım da. genelde şöyle oldu: sevdim, çok küçük gibiydim ciddiye alınmadım, sevdim, sevilir gibi olduğumu sandım olmadı ama nedenini anlamadım, kalbim kırıldı. sevmedim, hatırlamak istemediğim anılarım oldu ve hem sevip hem sevilince felaket oldu hep. küçük ama etkileyici felaketler. ortalık falan yıkılmadı. kimse ölmedi ama ölüyor gibi oldu. kimseye zarar gelmedi ama takip edilme paranoyasıyla yaşadım bazı bazı. pasif agresif kaldım. ama hiçbir zaman sinir krizi geçireceğim endişesine kapılmamıştım.

şimdi artık birkaç aydır evde tek olsam avazım çıktığı kadar bağırıp kafamı duvarlara vurabileceğimi biliyorum. böyle bir ihtimalin varlığı somut. bunların yerine susmak ve ağlamak ise iki şeye sebep olur: hiçbir şey değiştirmez ve insanı duygusuz biri yapar. bu zamana kadar zaten hesap soramamalarımdan ötürü bir derece hislerimi kaybettiğimin farkındaydım. bilirsiniz, aptal gibi kendini bırakmanın güzelliği hiçbir şeyde yoktur. ama insan bir bırakır iki bırakır, her seferinde ağzı yüzü dağılınca bırakmaz. insan kendini hiç bırakmaz sonrasında.

bütün bunların yanında mezun olmaya çalışıyorum ve bütün bunların arasında, bütün bunlarla beraber her şeyi yürütmek imkansız. hayatımın en güzel ve en boktan zamanları gibi. ya da değil gibi. bilmiyorum. sabaha kadar çizim yapıp arada ağlayacağım sanırım.

bazı şeylerin farklı olmasını nasıl isterdim anlatamam. ama o bazı şeylerin içindeki bazı şeyler geri dönüşü olmayan noktanın fersah fersah ilerisinde. ben düşeceğim, onlar da kafamı ezecek.
hiçbir şey aynı anda iyiye gitmiyor. bi yerlerden bir şekilde bir kayıp veriyorum. uzundur kitap okumuyorum, bir utanç derecesini aldı, uzundur tiyatroya gitmedim, bahaneler uyduruyorum. uzundur seğmenler'de oturmadım, hava yeniden soğudu. 

herkesi sürekli idare ediyor olmak zorunda olmaktan çok yoruldum. kimse kimseyi idare etmek zorunda değil ya. beni kim ediyor bu sıçtığımın yerinde. eve gelip odada oturuyorum. sorulmadıkça derdimi anlatmıyorum. zorunda hissetmezsem konuşmuyorum. idare edilecek kadar kendim olursam kimse kalmaz zaten. ben niye idare ediyorum lan sizi? 

her şeyin çirkinleştiği yerlerde sürünmekten ve süzülmekten yoruldum. bitmek bilmeyen bir iğrençlik içinde, hastalıklı aylardır süren bir saçmalık. 

insanın iyi görünmesi iyi olması demek değil bunu ne zaman anlayacaksınız? yarı ölü bir şekilde etrafta gezinmiyor olmak hiçbir şey yaşanmadığı, hissedilmediği anlamına mı geliyor? 

bu ülkenin hiçbir yerinde yaşamak istemiyorum.

hiçbir yaşam şekli hiçbir inanış hiçbir şey iyi değil doğru değil.

bir sürü de keşkem var, niye? çünkü sadece sanrıdan ibaret olan şeyler üzerinden birine saygı duyduğumu zannettim. değerli bir şeye sahip olduğumu sandım. değerlere sıçayım.    
üzerine anlam yüklenen hiçbir gün olması gerektiği gibi geçmez. fazlasına gerek yok, üzerine anlam yüklemiş olmak yeterli. kendim de dahil kimseye zarar vermeden yaşamanın bir yolu olsaydı da öyle yaşasaydım. sürekli mutsuz olmaktan sıkıldım ama beş para etmeyen dertlerimi çözmek için doktora gitmek istemiyorum. bazen hiçbir şekilde hiç kimseyle insani herhangi bir ilişkim olmasın istiyorum, herkesin kurallarına göre oynamaktan yıldım. dünya üzerinde herhangi bir yerde içimde hissettiğim şeyden kurtulabileceğime inanmıyorum. uçurumun kenarında hayatımda ilk defa okyanus görmüşken bile ayağımın kaymasından korktum. bilinç hiç yok olmuyor. hayatımın ortasında olağanca ağırlığıyla duran otokontrolü en son ne zaman kaybedebilmiştim hatırlamıyorum. herkes ve her şey canımı sıkıyor. geçen yıl bugün madrid'de kendime pasta yapmıştım. birkaç gün sonra da hiç tanımadığım bir insanla konsere gitmiştim. kendime hediyeydi çünkü. ama babamın parasıyla. yine de hayatımın en güzel doğum günüydü sanırım. konserden eve dönerken, otobüsten inip yürüdüğüm bir yol vardı, o yolda dans ederken kendi kendime, aklımda kendime bugünü unutma demiştim, bu anı, hiçbir madde etkisinde olmadan bu kadar mutlu olabildiğin bu anı unutma. çevrende kimse olmamasına rağmen rahatça hareket ettiğin, güvende ve huzurlu hissettiğin bu anı unutma. 

unutma ekin.
galiba 17 şubat'ta bloga saldırı falan olmuş 400 kişi ziyaret etmiş görünüyo, saçmalığın böylesi. nabuyonuz? ben kötü. 50 shades of grey indirip hollywood'un yine nasıl gösterip vermediğini izleyeceğim. ama ondan önce bir sayfalık essay yazmam lazım. dün çekimde yine ayı gibi yorulduk. çekim yapmaktan hakikaten hiç hoşlanmıyorum. yine de bu kadar zavallı ışık bilgisiyle elde ettiğimiz görüntüler fena olmadı gibi. bundan sonra bitirme projem var ve sonra hem okula hem de ankara'ya veda edeceğim galiba. bu ülkede mutlu bir yaşam sürmenin imkansızlığı çaresizliğe dönüşmeden.

gitmeden şunu şuraya bırakayım, geçen dönemin projesi. si ya.

 .

size uzun ilişkinin sırrını vereyim:

gelecek ve biz

adlı seminerimize hoşgeldiniz.

HADİ LAN.

yaşıtım olan insanların yaptıkları şeylere bakıyorum, yani özellikle arayıp bakmıyorum belki ama bakıyorum ve kendimi acccayip geride hissediyorum. mezun olup bi şirkette çalışabilirim evet, o kadar kapasiteye sahibim ama olmak istediğim yerler bambaşka ve sanki oralara ulaşmak için geç kalmışım ya da yetersizmişim gibi gibi gibi hisler içimi yiyip bitiriyor.

gobelins'e baktım. programlarına falan ağlayasım geldi. sen de nerden başlamışsın bakmaya diye bir soru gelebilir, haklı da ama mesele olmak istediğim yerler işte. bakıyorum, kendimi zorlamıyor muyum? geliştirmiyor muyum? bir şeyler yapmaya uğraşmıyor muyum? uğraşıyorum gibi. yani bana öyle geliyor. sabahlara kadar çalışmanın, kafa patlatmanın bir anlama gelmesini istiyorum belki de, çünkü çabalıyorum, çabaladığıma inanıyorum. ama yeterince yapmıyor muyum? bilmiyorum. içimden ağlamak geliyor sadece. kendimi alıp kafamı masalara sürte sürte çalıştırmak istiyorum ama yapmak istediğim işler öyle yürümüyor ki. atlet değilim ki kalkıp koşayım mesela. okumam gerekiyor, kafamı toplayıp okuyamıyorum ya da sadece kelimeleri okuyorum ama bütün bir anlam ifade etmiyor. çizebilmek istiyorum ama çizim zart diye olmuyor. çok ve sürekli çalışma prensibini kazandıramadığım için kendime belki de suçluyum orda evet. internette ve televizyon karşısında oyalanıyorum bazen çok fazla evet. kafamı gerçekten masalara sürtebilmek istiyorum. 

sonra bir de hocalar kalkıp, ben çok çabaladığımı zannederken, yani kendimi geliştirdiğimi, o ana kadar sahip olduğum birikimi zorladığımı falan sanarken adam kalkıp yani iyi falan diyor. kendimi bir yerlerden atmak istiyorum. o zaman yaptığım şeylerin hiçbiri yeterli gelmiyor. demek ki iyi yapmamışım, demek ki yeterince yapmamışım, demek ki yeterince bilmiyorum. 

sonra bir de notlar var. benim çalıştığım kadar çalışmayan ya da hadi bol keseden sallamayayım ama en azından yaratıcılık ve özgünlüğe benim kadar kafa yormayan insanların gelip benimle nerdeyse aynı notları alması falan beni delirtiyor. o zaman ben yanlışım. yaptığım her şey, algım, kendimi belli bir şekilde görebilmek için yönlendirdiğim her şey yanlış. her şey aptalca. boş. 

kimsenin sırtıma vurup beni pohpohlamasını beklemiyorum. ama insan biraz emeğinin karşılığını görmek istiyor. gerçekten çok üzgün, kaygılı ve gerginim bu konuda. bilmiyorum belki de bu ülkede yaşamanın olayı bu. kimse hiçbir zaman yapıcı olmaz. kimse iyiyi söylemez. hep olumsuz.
nil karaibrahimgil'den birçok sebepten ötürü hoşlanmıyorum ama bazı şarkıları çok güzel oluyor.