paper airplanes - boyhood
buraya yazmadığım aylar içerisinde hayatımda çok bi değişiklik olmadı aslında. ya da belki de oldu. yakın arkadaşım başka şehre taşındı, başka yakın arkadaşım sevgili değiştirdi, başka arkadaşım yakın oldu, önceliklerim değişti ya da özüne döndü de denebilir ahahahhaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaha.
insanların birbirlerine olan sadakatlerinin zamanla gösterdiği değişim üzücü ama daha üzücü olan bu değişimin kaçınılmaz olması. senin için de benim için de onun için de.
geceleri gelecek kaygısıyla uyuyamıyorum bir süredir. aklımda bir sürü şey dolanıp duruyor. burs bulmam lazım. ülkede her şey yerli yerinde olduğu için bu işler de mükemmel işliyor tahmin edersiniz ki. doğru olup olmadığı belirsiz bir sürü yazının içinde sonsuzluğa ilerleyip, baş ağrısıyla bilgisayar başından kalkıyorum.
yeni insanlarla yeni şeyler konuşmak istiyorum ama sanki herkes aynı şeyi anlatıyor gibi. birinin derdini dinlemek ve çözmek konusunda duygularımı filtreden geçirip saf mantıkla konuştuğumu hissediyorum artık.
belki kariyer konusunda olmasa da hayatımla ne yapmak istediğimi aklımda daha da netleştirdiğimi hissediyorum, iyi bir son yıl, güzel anılar, yaşanabilecek bir şehir, suratı rahatsızlık vermeyen insanlar.
geçen gün okul kahvesiyle fal baktı arkadaşım, söylediği çoğu şey doğruydu. sanki beynimde bir şey var da onu aşsam gerisi gelecekmiş gibi. ama tıkanıklığın kaynağını bulamıyorum bir de hayvan gibi öksürüyorum. hastalıklar geçmiyor.
yarın pitching yapacağım. PİÇİNG. size bir fikir satmam gerekirse, size bir fikir satarım.
YALAN
yarın pitching yapacağım. PİÇİNG. size bir fikir satmam gerekirse, size bir fikir satarım.
YALAN
madrid'de gerçek kandinsky tablosu gördüm. unutamayacağım şeylerden herhalde. insanın gerçekliğine inanamadığı çok az şey oluyor hayatında.
bu blog'un adını abim ilk defa beni aylakmadam'a götürdüğünde çok sevdiğim için aylakmatmazel koyduğumu arada bir kendime hatırlatayım. unutmuşum meğerse. o gittiğimiz yer sonra değişti, şu anki kocaman yer oldu. başta çok garip, fazla geniş, yabancı gelmişti. şimdi baktım ona da alışmışım bi yerde.
ofising
bugün patronu resmen bir kıza yazarken gördüm. bilerek kızın dibinden geçip, arkasını dönüp yan gözle kesti. adam 2 haftalık falan nişanlı. kimseyle konuşulacak şey değil ama içimde patladı bi yandan. böyle kötü olmaya gerek yok halbuki.
hazır gelmişken olan biteni de yazayım. staja başladım ve keyfim yerinde. güzel insanlarla bir şeyler öğrendiğim işler yapıyoruz. onun dışında arada ofise gidip gelen herkes istanbul'da yapamadıklarını, ordan nefret ettiklerini falan söylüyor. böyle şeyler dinledikçe bir yanım impossible is nothing diyor diğer yanım sıkıntılı, çünkü insanlar dertlenmeden önce de istanbul'a gitmeyi istemiyordum zaten. yapmak istediğim şeylere bir yenisini ekledim ama bu yeni eklenen madde durumları çok da kolaylaştırmadı. seçenekler kafamdaki boşlukta keyiflerince uçuşuyorlar.
aslında ofise normalden daha geç zamanda gidiyoruz ama ben ofise en uzak oturan olarak iki saat önce kalkmak durumunda kalıyorum. bu da sizlere şunu göstermeli: ankara'dan bir sik olmaz. alternatifler azalınca yolların bir önemi kalmadığına inandırmak zorunda kalıyor insan kendini. sabah çıkıp akşamın köründe dönüyorum, çünkü bu işler böyle. kurumsal değilsen böyle. rahatsan böyle. evin uzaksa ve araban yoksa böyle. yorgun olmak yine neyse de yapmak istediğim şeylere zaman ayıramamaktan kendime şikayetlenmeye başladığımı hissediyorum. bir yandan bu iyi bir fırsat, bir şeyler öğrenmek, bir anlamda çevre yapmak. öte yandan okul ve burs araştırmam, portfolyo geliştirmem gerekiyor. daha zaman var olmasına ama okul zamanı da ofise gitmekle kendi işime bakabilmek arasında sıkıştım kaldım. yapabildiğim şeyleri meslek edinmek istemiyorum, istediğim şeyleri başarılı bir şekilde sürdürebileceğimden emin olamıyorum.
sıcaktan yıldım. bugün ofise klima ve perde takıldı. yarın ofisi ben açacağım. gittiğimde daha serin bir ofis bulmayı düşlüyorum.... bugün ofise gey bir çift geldi. bir süre gey olup olmadıklarından emin olamadım. bir süre çok saçma geldi çünkü adamlardan birini daha önce de görmüştüm, konuşmamıştım ama çok farklı bir izlenim bırakmıştı bende. sonra edindiğim izlenime göre yargıda bulunmuş olmamı çok saçma buldum, sonra saçmalıklar ofisten eve yol oldu. ayrıca gelen geçen herkesin özetle "bir fanus içindesin yaşadıkça öğreneceksin" öğütleri beni darladı. kibar, nazik, düşünceli falan olmak bir insanı gerizekalı yapmaz. ya da insan ille yaşına göre öğrenmiş olmuyor bir şeyleri. herkes götünden sallayarak konuşuyor özetle. ben yoluma bakayım.
madrid'den bildiriyorum #5
bugün madrid'de son günüm.
yarın on iki buçuk uçağıyla dönüyorum. biraz hüzün var ama staj'a göre çok da üzülmeyebilirim. bilmiyorum oralar biraz karışık eheh.
evde yine lucy'le ben kaldık bi. saat 6'da lucy'i çıkarıcam belki. akşam kızlarla buluşacağız madrid'de son geceeeğğ temalı bi şeyler.
evde şu an 3 türküz bu arada. fatih üniversitesi'nden bi kızla sevgilisi de var. iyi insanlar ama değişikler aq. daha tam nası olduklarını çözemedim zaten gerek de yok gidiyom bye. interrail yapacaklarmış. dedim önce tren saatlerine bakın. pass almakla olmuyo o işler.
madrid'de yaşadığımız en sonki bilet cezası, lucy kakasını çocuk oyun alanına yaptı diye polis çağırılmasıyla tehdit edilmemiz ve karşıdan karşıya geçerken adamın tekinin yavaş geçiyorum diye (sanırım) ispanyolca şeyler bağırmasının üzerine her şehir gibi madrid'in de suyu ısındı gibimize geldi. ama avrupalılar gerizekalı amk önermemizden güç alarak söylenen adama noabloespanyol diye bağırdım. normalde olsa bağıramazdım. yine olsa yine bağırırım.
bavulları topladım. kendime tam anlamıyla olmasa da tırevılır çantası aldım. keşke önceden alsaymışım o da ayrı mesele de eşyalar sığmayınca şimdi havaalanında problem olur diye aldım asıl. istanbul'a dönseydim gidiyor olmak kötü olmazdı o kadar gibi ama ankara'ya dönünce kötü lan. ahaha :(
şimdi dönüyorum son sınıf da olmuşuz falan vay anasını ya neler oluyor. neyse ama staj olması falan iyi bomboş bi yaza dönmek bu kadar ayın üstüne berbat olurdu. hatta stajdan sonra çalışabilirim bile. bakıcaz artık. yine de madrid bi insan olsaydı sarılırdım ehhehehe. makarna yedim. alışveriş yapmadım falan her şey bitsin diye. VAY BE GİDİYORUM YA. insan üzülüyo. neyse dönünce daha gezi yazıları paslıycam artık onlarla geçer vakit bi süre.
bu arada maymun iştahlarınızla kalitesiz işler yapmaya devam etmişsiniz en çok da ona üzülüyorum. insan twitter'a girmezken daha mutlu, öyle yapın.
madrid'den bildiriyorum #4
bu yazıyı şu anda madrid'den bile değil, madrid metrosundan yazıyorum. çümkiii yolum çok uzun. dün gece hiç uyumadım, hatta uyumadık, ferik bu sabah istanbul'a doğru yola çıktı ben de dört gün sonra dönüyorum. erasmus hakikaten de ZIRT diye geçiyormuş amk.
unutmak istemediğim için yazmak zorunda olduğum bisssüürü şey var: paris'in son yazısı, barcelona, lizbon, cascais, belem, sintra ve tabisi de madrid'de son yazıdan beri olanlar. şu anda yanımdaki çocuk bilgisayar ekranına bakıyor. okuma yazma bilse bile bi bok anlamayacağı için çok eğleniyom. küçük çılgınlıklar.
madrid'de devam eden hayata dönelim, şu anda internetim olmadığı için en son ne yazdığımı hatırlamıyorum. ama olan biten ana şeylerden bahsedeceğim. öncelikle real madrid - atletico maçı. aslında yani MEĞERSEM, burdaki nası yazılıyor hatırlamadığım bernabeau falan gibi ünlü münlü pünlü stadda şampiyonlar ligi final maçının bedava gösterimi varmıştı. bi keresinde sınıftaki lokal öğrenci kankalarla dışarı çıktığımızda muhabbeti geçmişti ama ben çok kulak kesilmemiştim. ama ferik için konu aynı değildi be karşim. stada dev ekranlar kurup maç gösterimi yapacaklardı hemi de biletler bedavaydı. ama bundan kesin olarak maç günü haberdar olunca, biletleri karaborsaya düşmüş yirmi küsür fiyatıyla almak gerekiyordu ki YOK ARTIK AMK. öyle bi şey yapmadık. onun yerine gittik atocha'da 100 montadios'ta (belki adı yanlıştır bilemezsin) ayı gibi yeyip, sangria içip lokallerin bağırışmasıyla plazmadan izledik. hatta menü aldığımız için daha sonraları barselona'da parçalanan bi çantamız bile oldu.
asıl mesele sonrasında başladı ama. madrid'de iki adet ana su havuzu var. cibeles ve neptuno (?) maçı real madrid alınca kutlama cibeles'te oldu. çünkü neptuno atletico'nun cibeles real madrid'in kutlama yeriymişti. e tabi kimin kazandığı -en azından benim- çok da sikimizde olmayınca adeta tuttuğumuz takım yenmişçesine atletico taraftarıyla dalga geçerekten cibeles'e seyirttik. bu sırada çocuğun biri el kol yaparak donde este atletico gibi bi şeyler söyledi ki şunu demeye getiriyor: atletico taraftarı nerdesiniz amıaakoyim.
alanda toplaşmış insan kalabalığına çok olmasa da az biraz şaşırdık ama daha çok şaşırdığımız ve hoşumuza giden şey -ki bunu maç izlerken de fark etmiştik- erkeklerden çok kadınların maç için coşkulu olmasıydı. ya da en azından öyle gibi görünüyordu bir süreliğine. alanda da durum değişmemişti kızlar bağırıp şarkılar söylerken, erkekler sadece mutlu görünüyordu. dağılımın eşitliği hoşumuza gidedursun, birden bire alana ait olmayan iki tip çarptı gözüme. bi tanesi bordo kahve karışımı deri ceket giymişti, öteki de kara kuru siyahlar içindeydi. millet sağımızdan solumuzdan geçmeye çalışırken ben de adamlardan gözümü ayırmadım ve insanlar geçerken adamın elini pantolon cebi hizasından deri ceketinin cebine kaldırıp oraya bi şey attığını gördüm. sonra beş altı adım ötemizde kalabalıkla bağırıp slogan atmaya çalışmalarını izledim yalandan. derken başka bi kızı kestiğini görüp, kıza adamın yankesici olduğunu dikkat etmesi gerektiğini söyledim. sonra başka iki çocuk adamları güzel dille kalabalığın içinden çıkmaları gerektiğine ikna etti(!) biz de iki dakika sonra insanları yararak merkeze doğru yürümeye başladık. gece çeşitli zaman aralıklarında keşke adamı gördüğümde bi şey deseydim diye üzüldüm. kendimi cüzdanı çalınan insanın yerine koyup daha da fazla üzüldüm. ama elden bi şey gelmedi tabi pek. sonra gece boyu sokaklarda dolandık, genel olarak herkes kafayı bulmuştu, atleticolular dahil.
birkaç gün sonra barselona'ya gittik zaten ama onlar başka yazının konusu. iki haftalık gezmeler dönüşü gidişime bir hafta kaldığından aylık abono'yu almamaya karar verdim, zira kendisi 40 euro. fekat. neler oldu. ferik'le lizbon dönüşü merkeze gidelim diye yola çıktık. bizim evin olduğu yer dünyanın en saçma metro düzenine sahip. anlatıyom dinle: ev b1'e dahil. b1'de de 12. hat var. okulun dahil olduğu hat. benim aylık abono her şeyi kapsıyordu dolayısıyla. merkezden tut havaalanı dahil. 12. hat için metro sur bileti var. sadece o hatta çalışıyor. bir de metro bus var, merkez bileti. ben zaten bu biletleri madrid'de bulunduğum süre içinde 1 ay falan kullandım toplamda, ona rağmen de anlamamıştım nası işlediğini. benim kafamda metro şöyle işliyodu: evden merkeze giderken metro sur bas, merkez içinde gerek olursa metro bus kullan, eve dönüşte metro sur'u tekrar bas. ikisinin toplamı 20 euro'yu geçiyor zaten. o gün de aynı şekil yola çıktık. daha dört durak gitmiştik ki metroya SEGURIDAD girdi. biletleri kontrol ediyolar, ben de olay hakikaten böyle işliyor diye gayet rahat verdim bileti. adam dedi ki "bizimle dışarı gelmeniz lazım". indik metrodan, adam dedi bu bilet olmaz 30 euro ceza ödiyceniz. yaklaşık on beş dakika falan adama evin ordaki metro istasyonunda diğer biletin satılmadığını, tek biletin o olduğunu anlatmaya çalıştım. başlangıçta 3 olan görevli 5-6 oldu. zaten ingilizce'leri ya yok ya da çat pat ne dediğini tahmin etmeye çalışıyoruz. pasaport sordular, evde dedik, ki kaç aydır burdayım bir kez pasaport sorulmadı bana. sonra dedi ki, eğer şimdi nakit öderseniz sadece 30 euro. yok eğer polis gelirse kişi başı 30. dedik biz yanlış bi şey yapmadık, suçlu değiliz, ödemeyiz, çağır polisi. o sırada bi başkası cüzdanımda abono'yu gördü. onun üstünde de pasaport numarası var. ona bakarken bi başkası o zaman polisi arıyorum konsolosluğa gidersiniz ordan dedi. e canımıza minnet amk ara dedik çağır polisi. sonra aniden polisi aramaktan vazgeçtiler. ferik'in pasaport numarası hiçbir şekilde yok ama. dedi hiç mi nakit yok dedim yok amk yoooook, kredi kartı da olur dedi, o da yok dedim. turistiz bilmiyoruz dedik. adam "turistsiniz ve paranız yok?" dedi. dedim aylardır burdayım param bitti, gidiyorum zaten. o sırada da öğrenci olduğumu söyledim arada bi yerde nası oldu hatırlamıyorum. ondan sonra aralarında en yavşak olan ve bol bol konuşanı öğrencisin ve ispanyolca bilmiyorsun???? diyerek çeşitli temel kelimeler söyledi. onları biliyorum amk dedim. sonra ispanyolca bilmiyor musun diye sordu ispanyolca e onu da anladım bilmiyorum dedim. aylardır herkes aynı şeyi söylüyor amk çocuğu herhalde öğrendik. kaldı ki fransızcaya benziyor biraz, anlaşılıyor bazı şeyler. nerden geldiniz dediler, türkiye dedik. sonra baktılar olmayacak tamamen ispanyolca olan bi makbuz yazdı, dediğine göre 5 gün içinde parayı ödememiz gerekiyomuş. yoksa ülkeden çıkamazsın dedi bana amın oğlu. ben de imzalamam ne yazdığını anlamıyorum orda dedim. benim pasaport numarasını ferit'in de pasaport numarası olduğunu zannettiği bi şeyler karaladılar. beş gün içinde bankaya yatırman lazım yoksa çıkamazsın dedi.
son olarak adama beni niye polis çağırırım diye tehdit ettin az önce açıkla şimdi diye on kere falan bağırdıktan sonra eve dönüp, ev sahibiyle konuştuk çümki kadının yan komşusu polisti. hohoh ohohoh. neyse öğrendik ki bi şey olmazmış. evsahibi sizi havaalanında alıkoyacak kadar organize değiller bişicik olmaz dedi. hatta tarihi falan değiştirin ya makbuzdaki dedi. içler rahatladı ama o sinirle bi daha çıkmadık. lucy'i gezdirdik mideyi bozmuş. her yere ishal ishal sıçtı.
şarjım bitiyo şimdilik bu kadar. eve gidince bi iki şey daha ekleyeceğim bay.
barselona'dan bildiriyorum #1
daha paris yazısını bitiremeden yeni bir şehirle karşı karşıyayız sayın seyirciler. barselona'ya iki saat önce varmış bulunmaktayız. göt düzleştiren sekiz saatlik bir yolculuk sonrası mıtteşem bir oda ve ev sahibesiyle karşılaşmamız tadından yenmez oldu. otobüs zaragoza'ya gelene kadar arapça konuştuğunu tahmin ettiğimiz bir adam tüm otobüsün kafasını sikti. bir insan dört saat telefonda ne konuşabilir AMK. neyse. gelelim öncesine, trene binecektik aslında 26'sında, gece binip sabah varacaktık. fakaaaat, treni kaçırdık. eve dönüp blablacar denedik, adamlar cevap vermedi. dolayısıyla otobüste karar kıldık. ev oldukça güzel bi yerde, paris'teki gibi değil hiç. bu arada yine yanlış metro bileti almışız gelir gelmez çakallık yapmak durumunda kaldık.. si ya
paris'ten bildiriyorum #2
10 nisan perşembe, artık yolu ve illegal şekilde seyahat etmeyi öğrenmiş olarak yola koyulduk. gitmemiz gereken yer tur başlangıcı olan st. michel notre dame'daki çeşmenin önüydü. bi an yine geç kaldık diye panikledim çümki normalde ortada bi yerde kırmızı şemsiyesinde free tour yazan kırmızı tişörtlü biri olması gerekiyordu. neyse sonra biraz bekleyince şemsiye belirdi de rahat nefes aldım. insanın zamanı kısıtlı olunca ve her zaman gideceği bi yer olmadığını da bilince geçen hiçbir saniyenin boş geçmemesi lazımmış gibi iğrenç bi hise kapılıyor.
dediğim gibi tur notre dame çeşmesinin önünden başladı. tur rehberimiz la'den gelmiş, karısı fransızmış ve beş yıldır bu işi yapıyormuş. böyle bakınca insan vay amk bahşişle beş yıl mı ooo demeden edemiyor, ama adamlar (madrid'de katıldığımız turu da işin içine kattım) gerçekten işlerinin hakkını veriyor. dolayısıyla bahşişin de miktarı artıyor. öğrenci olmasaydım, daha fazla para verebilmek isterdim ben de turun sonunda şahsen. neyse sonra tur seine nehrini izleyerek devam etti. önce adını unuttuğum bi köprüde durup uzaktan notre dame katedraline baktık ve bu sırada notre dame'ın kamburu hikayesinin de olayını öğrenmiş olduk. meğerse victor hugo hikayeyi katedrali kurtarmak için yazmış. hikayedeki baş karakter ne kuasimodo ne esmeralda'ymış. (isimleri sıktım) ama kendisini tebrik eder teşekkürlerimizi iletiriz, henüz daha çok az yer görmüş olsam da katedralin kurtarılmaya layık bi yapı olduğunu düşünüyorum.
-bu arada tam ne yaptığımızı hatırlamak için fotoğraflara baktım da ilk gün şa-zelize'ye (rehberin öğrettiği şekil ;)) de gitmişiz lan. o hatırlamadığım yerde o olmuş meğerse. benim için bağdat caddesinin beş altı katı büyüklüğünde bi yerdi. uçuşan fiyatlar ve gezinen tipler arasında çok bi fark yok ama bence. yine aynı gerzeklik. ha ama paraya kıyacağım tek yer vardı, orda da sıra vardı: laduree. dolayısıyla içeri girip aaa ooo ne güzel deyip çıktık. e bu arada tabi hazır oraya gitmişken arc de triomphe'a gitmesek olmazdı. veeee bizim gibi bi süre oraya gidişin bi yolu olmalı amk diye düşünecek olanlara geliyor: evet alttan geçiş var krdşm. kaldırımda aşağı doğru inen ne idüğü belirsiz merdivenler arc'a gidiyor.-
vee daha sonra ilerleyip pont neuf'e geldik ki hikayesini gerçek ya da değil en çok sevdiğim şey oldu sanırım. 3. veya 4. henry köprü bittikten sonra baya bi süre köprünün ayakta kalmasını sağlamaya çalışmış, çünkü daha önceden köprüler hep tahtadan yapılıyormuş ve üzerinde evler oluyormuş. ama kimse taştan yapılan bi köprünün ayakta kalacağına inanmamış, öyle de olmuş. neyse sonunda -20 yıldı sanırım- köprü artık ayakta durabildiğinde kral bi kutlama yapmaya karar vermiş. kutlamada bi süre sonra şarap bitmiş, ama kral kral olduğu için AÇIN ŞAMPANYALARI demiş, bunun üzerine şarapla şampanya birleşince kafalar uçmuş, kafalar uçtuktan sonra kral ressamlardan birine çiz yavrucum demiş. daha sonra çizilen bu resimden esinlenerek köprünün etrafındaki suratlar yapılmış ve köprüye monte edilmiş. yani köprünün etrafında görünen abuk ifadeli suratlar içmiş soylulara ait. ama aralarında hiç kadın yok. tıpkı sadece iki kadının paris'te heykeli olması gibi yine bi seksistlik dönmüş.
burdan sonra yine yürüyerek daha sonradan louvre olduğunu öğrendiğimiz yere gittik. gittiğimiz yer meğerse louvre'un ilk yapıldığındaki kısmıymış. piramidi falan görmüyorsunuz yani. sonra oradan piramid kısmına geçiş yaptık ve fotoğraf için bi süre takıldıktan sonra mola vermek üzere rehberin değişiyle son derece geleneksel bir fransız restoranı olan stağbaks'a yol aldık.
çekebildiğim en düzgün fotoğrafta adamın tekinin önüme atlamış olmasına SIE diyorum
moladan sonra tuileries garden'a geçtik. rehberin anlattığına göre yine, louvre ve bu bahçe arasında bi boşluk var. o boşlukta eskiden bi yer varmış ve bu yerde II. henry'nin karısı catherine yaşarmış. henry ve catherine on dört yaşlarında evlenmişler, ama henry daha sonra 35 yaşında bi dul olan diane ile sevgili olmuş. diana mitolojide av tanrıçası olarak geçiyormuş ve henry diane'e olan aşkından louvre'un mimarisine avla alakalı süslemeler ekletmiş. bunu görmek istemeyen catherine de evinin önüne bu kocaman ve güzel bahçeyi yaptırmış.
tur arc de triomphe ve şa-zelize anlatımından sonra sona erdi. bizde bi banka konuşlanıp nutella'lı krepe yedik. çünkü biz buna değeriz..... akşam da moulin rouge'a bi uğradık ama kapıdan baktık içerisi pek sarmadı yoksa en ucuz biletin iki yüz euro'lardan başlamasından değil (::::::))))))99
yolda gördüğümüz bi başka krepeciden dondurma aldık. bi bankta oturup onu yedikten sonra baktık ki ÜŞÜTTÜ mcdonald's'a girip kahve almaya karar verdik, çünkü starbucks'lar çoktan kapanmıştı. paris'te daha zengin mahallesi olan yerlerde mcdonald's'lar baya komik. güvenlik görevlileri bi nevi vip'cilik oynuyor. burdakinde içeri girdik, ankara'da olmayan dokunmatik ekranlardan sipariş vermek gerekiyor. daha önce şa-zelize'de dondurma almak için kendisini kullanmıştık, oldukça da kalabalık olmasına rağmen kartla aldığımız için zart diye gelmişti dondurma. neyse efendim dediğim gibi içeri girdik ZENCİ güvenlik görevlisi bizi itiştirerek bi havalar içinde ordan almanız lazım dedi. gittik o dokunmatik ekrandan almaya çalışıyoruz, kartı kabul etmedi. zaten adama sinir olmuştum, değişik surat ifadeleri içinde çalışmıyo bu dedim. adam bilmiş bilmiş yapmaya çalıştı. sonra da yabancı kart olduğu için algılamıyor dedi. ben de sinirim sinir değil mi amk sokarım fransızcasına diyerek sınırlarım içersinde konuşabildiğim kadar hızlı ingilizce konuştum ve anlamadı. OH İÇİMİN YAĞLARI. neyse sonra kasadan ödeme yapıp kahveleri yudumladık ve internet ihtiyacımızı karşılayıp siktir olup gittik.
paris'ten bildiriyorum #1
-bedava ulaşımı- En iyi biz biliriz.
Şu an bu notu saat 00:38'de son anda koşarak yakaladığımız rer treninde yazıyorum. Normalde bekler madrid'e dönünce yazarım diye düşünmüştüm ama yaşadıklarımı unuturum diye korktum hehahehu nys.
Salı günü dersten çıkıp barajas'a gittik ferikle, bi süre bekleştikten sonra da vuhuu paris. CDG'de indik, yanlış hatırlamıyorsam Terminal 3'te. Yıllardır cdg cdg duyduğum için asıl büyük terminali görmek istedim dolayısıyla terminaller arası beleş trene binip Terminal 1e gittik. AMA NE OLDU? hiçbir şey göremedik amk. Belki biraz daha uğraşsak bulurduk ama annemlere haber etmem gerektiği için eve doğru yol almaya karar verdik. Tekrardan beleş trenle merkeze giden istasyonun bulunduğu üçüncü terminale gittik ve eve gidebilmek için gerekli bileti aramaya başladık. Baktığımız her bilet ayrı pahalı olduğu için vay amk deyip information desk'e sormaya karar verdik, adam gideceğimiz yer için 11 euro fiyat verdi. Gözlerimi belerterek bakınca da bilmiş bilmiş "welcome to paris" dedi amın oğlu. Zaten gerilen sinirim iki katına çıktı. Neyse sonunda gidip oturduk, treni beklemeye başladık, derkeeen önümüzden zart diye bi tren geçip gitti. Bakın, ben madrid'din tek kolu kadar bile uzun olmayan tek hatlı metroya sahip bi şehirde büyüdüm bunlar bana YABANCI. Noluyo amqueeee diye mal mal bakındım, meğerse gelişmiş yerlerde böyle oluyomuş, tek hattan hem metro hem tren hem de iki üç hat birden geçiyormuş.
Trene bindik sonunda ama ne binme git allah git bitmedi. Her yer ağaç, toprak. Bi ara doğru yere mi gidiyoruz ya diye şüphe bile ettik (ki o yer gare du nord oluyor )
Gare du Nord tamamen bir azınlık mahallesi. Zenciler, pakistanlılar, hindistanlılar vs. Trenden inince bi süre NEREYE GELDİK diye düşündük çünkü gitmemiz gereken diğer gar (gare de l'est) hiçbir yerde yazmıyordu. Meğerse bizim pek sevimli ev sahiplerimiz iki gar arasının yürüyerek geçileceğini söylemeyivermişler, ama haklarını yemeyelim sayelerinde Paris baya bedavaya geldi.
Şöyle, gare du nord'da napıcaaaaz diye bakınırken bi adama denk geldik üniversite hocası gibi bi tipi vardı, adam bizi diğer gara götürmek için kendi biletini bastı ve arkamdan gelin dedi, dolayısıyla aniden tek biletle geçivermiş olduk. Gerisini tahmin ettiniz mi, bnc evt.
Sonra gare de l'est te yanlış trene binip bi yarım saat kırk beş dakika boşuna yol gidip, yirmi dakika tren bekleyip sonra aynı gardan doğru trene binip eve on ikide varışımızı, ev sahibinin rezervasyonu iptal mi ettiniz saat on bir oldu diye mesaj atmasını geçiyorum. Zaten hissiyatı da bok gibiydi.
Çarşamba günü bedava turumuz vardı ama sabah kalkıp ev sahibinden biletleri öğrenmeye çalışana kadar yüzyıllar geçince üstelik bi de otostop çekince perşembeye kaldı. Evin zone 1-3 dışında olduğunu öğrenince bir süre iki durak için gerçekten on küsur euro daha mı vereceğiz amk diye düşündük çünkü havaalanında zaten on iki euro kadar bayılmıştık eve gelebilmek için. Yine de istasyona gidip biletlere baktik, adamın dediği hiçbir bileti bulamadık, iyi ki de bulamamışız orası ayrı.. onun üzerine O ZAMAN OTOSTOP ÇEKERİZ dedik ve yarım saat sonunda bi arabaya atladik adam bizi burdan direkt merkeze gidersiniz diyerek bi yerde bıraktı, on beş dakika sonra başka bi arabada merkeze doğru yol alıyorduk. Bu arada ilginç bi şekilde arabalarına bizi almayan çoğu insan mahçup surat ifadeleri takındı yanımızdan geçerken, ki şehri geçtim okulda nizamiyeye gidebilmek için otostop çektiğimizde milletin boka bakar gibi baktığını çok net hatırlıyorum. Arabada gider iken ferikle türkçe bi şeyler konuşuyorduk, ama bilen bilir zaten -9desibelle konuştuğum için yanımdaki insan bile zor duyuyor beni, dolayısıyla adam da ilk kırk dakika duymadı bizi -buradan gerisini madrid'de yatağımdan bildiriyorum- sonra aniden "E SİZ TÜRKÇE KONUŞUYORSUNUZ YA" dedi e'ler kayarak. meğerse adamın bizi aldığı yer noisy le sec'idi sanırım, genel olarak türklerin yaşadığı bir yermiş. bi saate yakın arabada sağa sola ve trafiğe bakınarak gittikten sonra yine adını hatırlayamadığım ama adamın demesine göre en zengin semtlerden birinde indik ve tabi ki indiğimiz yerden eyfel'e gitmeye karar verdik çünkü kara görünmüştü. işte tam da bu yürüyüş sırasında bi haftalık illegalliğimiz başlamış oldu. baya açtık ve önceki gece eve geç gittiğimiz için açık market kalmamıştı tabi ki, ev sahiplerimiz de abuk insanlar çıktığı için gecenin on ikisinde eve vardığımızda aç mısınız diye sormadılar. ayrıca bilmiyorum bi tek bize mi öyle geldi ama paris'te etrafta düzgün fiyata gıda satan bakkallar yok, dia'dan 1,50 euroya alabileceğiniz şeyleri bu marketlerde 2,50 - 3'e buluyorsunuz, ki gereksiz. bu yüzden de bir hafta boyunca ne zaman bir mcdonald's görsek google maps'ten dia arar olduk, çünkü bazı yerlerde o pahalı marketlerden bile yoktu. ayrıca yeri gelmişken burdan mcdonald's'a tuvalet ve internet sponsorluğu için teşekkür etmek isterim.
ne diyodum, hı, yürürken yolda bi tane hediyelik eşya satan bi yer gördük, içeri girip bakınırken aniden pembe jelatinli şeker gözüme çok güzel göründü ve kendisini üstümdeki hırkanın cebine atılmaya layık buldum. bu hareketten sonra hafta boyu çaldığımız şeyleri saymak gerekirse: 1 kg m&m's, misket çikolata, 4-5 anahtarlık, 2 magnet, 1 gözlük (bu tam çalmak olmadı gerçi, oraya da geleceğim) eyfel'e varınca birden fotoğrafını her yerde gördüğüm şeyin o kadar da güzel gelmediğini fark ettim. öte yandan bu bi haftanın şu an rüya görmüşüm gibi gelmesini işin içine katarsak belki de aklım gitti de ben farkında değildim. kuleye varınca altındaki boşluğun orda hemen yanımıza "ingilizce biliyor musunuz" diyen tipler damladı, ama daha önceden evde kalan çiftin başına gelenlerden ötürü "no" deyip sıvıştık - ki sonradan rehber de bizi bu konuda uyardı tur sırasında, yanınıza gelip ingilizce bilip bilmediğinizi sorup bir şey imzalatıyorlar, o sırada da yürütüyorlar diye. diğer bi olay da altın yüzük. bana kim anlatmıştı hala çıkartamadım ama yüzüğü hissettirdikleri yüzünden takmak istemeyen bi tip size yüzük kakalamak isterse hızla uzaklaşın- eyfel'e bakındıktan sonra açlıktan öleyazdığımız için etraftaki büfelerden bi şey almak istedik ama sıra vardı. biz de biraz yukarı doğru, trocadero'ya gider gibi yürüdük ve 5'er euro'ya gayet büyük baget sandviç aldık, sıra mıra da yoktu. karnımız doyunca önceki geceden devam eden gerginliğimiz de azaldı ve bi süre o herkese tanıdık gelen eyfel'in önündeki yeşillikte oturduk.
kara göründü'deki kara |
sonra konu yine tabi ki dia bulmaya geldi ve mcdonald's veya bi market bulmak için etraftakilere sormaya karar verdik. ama ges vat herkes turist amk. kime neyi soruyon? o zaman yol bizi nereye sürüklerse oooo dedik ve yürümeye başladık. yaklaşık yarım saatlik bi yürüyüşten sonra zaten olmayan enerjimiz dibini bulunca metro kartını gerçekten de almak gerektiğine kanaat getirip 5 günlük 1-3 zone'lar arası kart aldık. fekaaaaaat, diyor ve hemen ilk güne dönüyoruz, kart 35 euro olunca iki kişiden 70 euro harcamak söz konusu olamayacağı için sadece bi tane almaya karar verdik, çünkü adam bizi arkasından zart diye geçirmişti ve kimse hiçbir şey demediği gibi o kalabalıkta görünmemiz zaten imkansızdı. bu sebeple: #1: metro kartına para vermeye gerek yok. biz iki kişi olduğumuz ve olaya henüz ayılmadığımız için bi tane alıp önce deneyelim dedik. ben bastıktan sonra ferik'e verdim, ama tek akıllı biz miyiz, tabi ki kart bastıktan sonra hemen ikinci kez kullanılamadı. bunun üzerine ferik'in bir hafta boyunca kah turnike altlarında kah otomatik kapılarda atraksiyonlarda bulunduğunu söylemek yanlış olmaz............ ama işin dahası sevgili karşim, kaldığımız sürede gördük ki takım elbiselisinden zencisine paris sakinleri zaten bu işi göstere göstere yapıyorlarmış. biz sakin sakin gizliden aradan yapmaya çalışırken adamlar otomatik kapılara tekme ata ata metroya giriyorlardı.
metro kartını aldıktan sonrası biraz kayıp, galiba açlıktan ölmüşüm o sırada fhgsbnh ama bi şekilde artık nasıl yaptıysak bi metro istasyonunun yakınında dia olduğunu bulduk ve atlayıp oraya gittik. sandviç yapmak için gerekli malzemeleri aldıktan sonra hemen hemen tüm marketlerde satılan 2-3 parçalı sandviçleri mideye indirdik ve baget aramaya konulduk. peki noldu? o büyük klişe bir YALAAAAAAAAAAAN. ekmek bulana kadar kıçımız çıktı amk yerinde. fırınlarda bagetler gereksiz pahalı (ki fırınlar demem yanıltmasın fırın bulana kadar da bayılmak olası) dia'da yok, carrefour express'lerde sıklıkla bitmiş oluyor. neyse bir şekilde bulduktan sonra bugünlük yorgunluğun bize yettiğine karar verip eve döndük. ertesi gün için sandviçleri hazırlayıp yatağa doğru bayıldık. #2: dia'lar ucuz, sandviç malzemesi alıp sandviç yapın, tüm gün dışarda olunca bi noktada insan her şeyi yemek istiyor ve her gün kafede ya da mcdonald's'ta 5-6 euro harcamak istemezsiniz.
valencia'dan bildiriyorum #1
son anda bi şeyler değişti ve konsere yalnız gitmedim, ama bana sorarsan yalnız gitseymişim de olurmuştu. belki montumu bırakacak yeri bulamazdım sadece o kadar. konser güzeldi, ses sisteminden şikayet etmek için yine nedenlerimiz vardı tabi ama çıkışta mutlu hissediyordum. uzun zaman sonra gerçekten saf olarak mutluydum. mekan daha sonra gece kulübü olarak devam edeceğinden konser erken başladı dokuz veya dokuz buçuk gibi on bir civarı da bitmişti. konser dönüşünün çile olmaması güzel bir şey gerçekten. metroda hala insanların olduğu, sarhoşlardan tırsmadan rahatça eve dönebilmek hakikaten güzel.
hafta sonu valencia'daydım. fallas diye geçen festivale gittik. asıl olay hafta içiydi tabi; çünkü yeterli oy alamamış olan her heykelimsi sanırım on dokuzunda yakıldı. içlerinden bi tanesi, en çok oy alan da sergilenmek üzere tüm yıl bir yerde tutulacak, ama buna bakmak için fazla üşengecim şu an. türkiye'de alışık olunmayan bi ortam, herkes sokakta, yiyor içiyor eğleniyor. yaş aralığı geniş, çocuk da var yaşlı da. herhangi bir yerde de olay çıktığını falan duymadım. bizi yankesicilere karşı uyarmışlardı ama kimsenin bir şeyi de çalınmadı. festival boyu etrafa patlayan bir şeyler atıp duruyorlar küçücük ağzı burulmuş bi poşet gibi düşün, sürekli patlama sesleri.. bir yerden sonra eeh siktir ama artık diyor insan çünkü poşetçiklerin boyutu büyüyor gecenin ilerleyen saatlerinde, oynayanlar da çocuklar üstelik. ortamı kafada canlandırmak açısından şöyle düşün: sanki polis sürekli gaz atıyor ama etrafta acı içinde insanlar ve duman yerine mutlu mesut kalabalık var.
gündüz bi süre plajdaydık bir veya iki saat belki. su buz gibiydi ama imkan olsa yazın gitmek isterim. kum yumuşacık, denizin rengi mavi ve tonlarında, üstünde küçük dalgalar. (normalde üşenmiştim fotoğrafları atmaya ama fikrim değişti aralara serpiştireceğim. çok da fazla çekmedim gerçi. nedenini pek anlayamadığım bir şekilde fotoğraf çekme isteğim kaybolmuş. etrafımda biri çekiyorsa hmm ben de çekeyim diye çekiyorum. anı biriktirmek bile umrumda değilse umrumda olan nedir çok merak ediyorum, saçma çünkü)
saat on ikide havai fişek atacaklardı, baktık daha zaman var kızlar dedi ki İÇELİM KANKA İÇELİM. iki euro bile etmeyen boktan sangria'lar alıp parka gittik. kızlardan ikisi parkın çeşitli yerlerine işedi. sonra çiş üzerine şarkı falan söylediler. ama işeyenler sadece onlar değildi. herkes her yerde işiyordu. (festivalden sonra valencia'da sokakta oturduğunuz herhangi bir yerin çişli olması yüzde doksan dokuz falan.) ben de güldüm çünkü gülecek kadar içmiştim neyse ki. havai fişekleri beklerken herkesin kafası şöyle ya da böyle güzeldi, ama sonra o kadar fazla bekledik ki bi yerden sonra tuvalete gitmek icap etti ve tabi ki gösteri başladığında tuvaletteydik. neyse çok kaçırmadık ama. hemen bi apartman boşluğu bulup kalabalığa karıştık. şimdiye kadar izlediğim en uzun havai fişek gösterisiydi herhalde. havada ışık görmekten bu kadar mutlu oluşumuzun ne kadar saçma olduğunu düşündüm bi ara.
sonra gece manasızca burger king'de sonlandı, yerler çöp tarlası, insanların kafalar güzel. sonrası aşırı rahatsız bir otobüs yolculuğu ama yine de güzel anılar. insanların sokakta olmasını seviyordum ama gerçekten orda olduklarını görmek çok güzel oldu.
fotoğraflar kalitesiz. nedenini de açıkladım zaten. bunun dışında aslında canım sıkkın ve yalnız hissediyorum. bir yere yerleşecek olsam orası madrid olmazdı.
paris'te görüşürüz.
madrid'den bildiriyorum #2
ders seçim olayı bir faciaya dönüştü amk.
sabah saat dokuzda bilgisayar başında bekliyordum. sonra kayıt işlemi başladı. bir ders ekledim, sonra diğerlerinin açılmasını beklerkeeeen............site çöktü. gerisi tahmin ettiğiniz gibi, tek derse kayıt olabilmek ve bir sürü ıvır zıvır iş. ertesi gün erasmus ofisine gittim bi hayırları dokunur belki diye, hiçbir şey yapamayız, beklemek zorundasın dediler. hocalara mail atmaya başladım onun üzerine, almam gereken 3 zorunlu 2 seçmeli ders var. zorunlulardan bi tanesini alabildim sadece, o da sene tekrarlamamı kurtarıyor ama bi dönemde elli beş tane ders alamayacağım için diğerlerini de bi şekilde almam lazım. neyse ikisi de cevap verdi zorunlulardan, bakalım diye. bu hafta derslere gittim alamadığım halde, hocalarla konuştum. bi tanesi ispanyolca olana kayıt yaptır benim dersime gel dedi. ama onun için de ispanyolca dersi verenle konuşmam gerekiyor ve adam maillere cevap vermemek konusunda ISRARCI. ofisine gittim. meğer ofisi de yokmuş sadece herkesin ortak alanı olan bi yer varmış, orda da yoktu. benimle beraber aynı krizi yaşayan romanyalı iki kızla tanıştım, sanırım ısrarları sonucu cevap alabilmişler, erasmus ofisi 4 şubat'ta da halledemezseniz geldiğiniz üniversiteden yazı gelmesi lazım bize demiş. yanisi, boşuna uğraşıyoruz iş üniversiteye kalacak aslında sonunda.
evdeki hong konglular (hong konglu diyorum da adam hintliydi ve paris'te yaşıyorlarmıştı galiba yanlış anlamadıysam) gitti, ama gitmeden bi kaç gün önce soyuldular. olay şöyle gerçekleşmiş: yolda yürürlerken üç tane kız yaşlı ve engelliler için imza topladıklarını söylemişler, adam da imza atmış, sonra imzanızı kanıtlayabilir misiniz diye sormuşlar, o da kredi kartını çıkarmış göstermek için. kızlar karta bakarlarken kartı yere düşürmüşler, o sırada herkes tabi yere düşen karta odaklanınca adamın elinde olan cüzdandan parayı almışlar, dondurma için para ödemeleri gerektiğinde fark etmişler soyulduklarını. giden para da az bi şey değilmiş anladığım kadarıyla, üzücü.. o kadar parayı niye yanında taşıyodun knk diye soramadık tabi.
şu an madrid'de belediye işçilerinin grevi var. çöpleri toplamıyorlar. on gün oldu, hemen her köşe başı bi çöp yığını görmek mümkün. bi ihtimal belediyenin önüne kamyonla bok döken adam haberi de bununla alakalı olabilir.
bi önceki yazıda belirttiğim m ile başlayan market mercadona'ymış bu arada. aldığım hemen her şey değişik bi şekilde glutensiz çıkıyordu, alırken fark etmeyip sonra evde paketi incelerken fark ediyordum. meğerse, dedikodulara göre yani, mercadona'nın sahibinin kızının alerjisi varmış glutene dolayısıyla adam da buna yönelik ürünleri satıyormuş. ne işse bütün ucuz ürünler glutensiz amk, ben de alıp duruyorum. yalnız geçen cips aldım o da öyle çıktı ve tadı pek hoş değil. cipsin o yağlı tuzlu tadını vermiyor hiç.....
toplu taşıma kartımı hala beklediğim için haaağlaa gezmelerin bokunu çıkarmadım, ama google'da şöyle bi arama yaptım ve müzelerin çoğunun ücretsiz olduğunu öğrendim bana. ücretsiz meselesi burda bayağı gelişmiş, haftanın belirli günlerinde ya da yılın bazı günleri bedava oluyor falan. kendinize göre olanı seçip bedavaya yardırmanız mümkün.
metroyla alakalı olarak öğrendiğim bi başka mevzu da şu: ben metrosur kullanıyorum okula gitmek için, merkeze gitmek için de aynı bileti kullanmak mümkün, ama dönerken metrobus bileti istiyor turnike. henüz burdan metrosur'la gidip ordan metrobus'la dönmek mi daha iyi yoksa düz metrobus kullanmak mı mantıklı çözemedim. otobüslere parayla da binilebiliyor bu arada, çok uzak bi yere gitmedim şimdiye kadar. metrodan eve bindiğim otobüs 1,30 yuro.
metroyla alakalı bizdekinden farklı olarak bi iki mevzu var o da şu: herkes bir şeyler okuyor veya telefonuyla falan ilgileniyor. boş boş bakan baya az insan var. diğer mevzu da boş koltuk olduğu halde oturmayan insanlar. onun mantığını da henüz anlayamadım. bi iki durak sonra inecektir falan demiş olabilirsiniz ama NO. adamlar inmiyorlar ve oturmuyorlar. en boş metroda da en dolu olanında da böyle. bu yüzden ki insanlar birbirini ezmiyor metroda yer kapacaklar diye...
geçen gün merkez olan sol'deki buluşmaya erken gittiğim için önce yemek yedim sonra da dolandım. yemek konusunda şunu aklınızdan çıkarmayın: KOMBOLAR HEP DAHA UCUZDUR. subway gördüm bi tane yolda. ooo bildik yer diye girdim. sonra yine turist olmanın heyecanıyla çabucak bi şey söyledim. söylediğim şeyi beklerken de menülerin 3 euro olduğunu gördüm, ben ne kadar verdim? 5 buçuk mu ne. aynı şey bi başka restoranda da oldu. adam bugünkü menümüz bu diye elli tane şey saydı dedim onu yersem ölürüm ben tek yiyeyim, menü 10 euro'ydu, ben de tek yiyerek ona denk bi şey ödedim.
çarşamba okulun düzenlediği şehir turuna gittik, soğuktan götümüz düştü. en son oturmaya bi yere gittik (aşağya linkini verdim) orda da şarap ve meyve suyu karışımı ispanyolların sangria'sını içtik. içki manyağı olmayan ben gibi insanlar için baya güzel bi içkiydi.
fotoğraf ve bilgi koymayacağım, gittiğimiz yerleri şutlayacağım, gidin gezin gezerken öğrenin:
en altta gördüğünüz yer dünyanın en eski restoranı olarak guiness rekoruna sahip sbfndg ona göre de fiyatı var tabi ;);););)))))))) genel olarak gittiğim yerleri foursquare'e ekliyorum unutmayayım diye. şimdilik iki ucuz yer öğrendim: acoruna ve la risuena. bundan sonraki amacım ucuz türk restoranı keşfetmek.
makarna yemeye gidiyom bye
madrid'den bildiriyorum #1
bienvenidos kankalar.
beş aylık madrid maceram başlamış bulunuyor. bilgi arayanlar veya merak edenler için şov taym.
dün sabah geldim madrid'e. istanbul madrid uçağında iki ayı türk gördüm ve dinledim. iş gezisine çıkmış, modern gibi görünmeye çalışan, ordan burdan duyduklarını karşısındakine entelektüel bilgi diye satmaya çalışan hırbolar. uçağa daha biner binmez eşyalarını yerleştirirlerken az önce aralarından geçen kendilerinden on - on beş yaş küçük kız için "ona çakmak lazım gözü açılmadan" dediler ve bi süre buna güldüler. ben de içime kustum. seyahat sırasında da, kısmen daha genç olan ferrari'sinden falan bahsetti anıra anıra. yanında güzel türk bir kadın oturuyordu, muhtemelen kendini ona pazarlama çabası içindeydi. sonra olay uçak yere inerken gezi olaylarına geldi. eaabi yirmi birinci yüzyılda ne karışıyorsun insanların hayatına bırak herkes istediği gibi yaşasın diyerek çok derin bilgilerini sundular birbirlerine. sonra allaaşükür kendilerini bi daha görmemek ve duymamak üzere uçaktan indim.
havaalanında bagajı aldığım yerden metroya yürümem on beş yirmi dakikamı aldı. üzerimdeki yüklerle daha ne kadar yürüyecem aq demedim değil. hatta bi ara işaretlere rağmen lan yanlış yere mi gidiyorum diye bile düşündüm. neyse sırtımdan terler boşana boşana buldum metroyu sonunda, sağolsunlar bi tane information desk yerleştirmişler oraya, adam direkt gideceğiniz yeri söyleyince bilet kesiyor, gelir gelmez mmmmal gibi kalmıyorsunuz. hat değiştirmem gerektiği için 6 euro'ya aldım bileti. bileti aldıktan sonra (ya da önce hatırlayamıyorum) merdiven çıktı karşıma iki tane. az olandan kendim çıkardım bavulu ama daha fazla basamağın olduğu merdivende durmuş seriously diye merdivene bakar iken o sırada yukarı çıkmakta olan bir beyfendi görüp yardım etti, sonra da geri çıktı yürüyen merdivenden. ineceğim duraktan ev sahibim gelip alacaktı beni (evi öğrencilerle kalmaya çok sıcak bakmadığım için airbnb'den buldum bu arada). hatta o yüzden gitmeden avea olan hattıma 25 lira yüklemiştim. metrodan inince aa bi de baktım ki amk avea'sı yurtdışına açtırdığım hattı kapamış kendi kendine. denedim açmadı bir daha. onun üzerine etrafta dolanmaya başladım wifi bulayım diye derkeeen ooo ma seyvır burger king buldum bi tane. gittim hemman kıvranmaya başlayan midemi doldurdum, fişle beraber wifi şifresi de geldi. 5 veya 6 euro verdim menüye üstelik küçüktü boyutlar. ilk defa avrupa'ya yaşamak için çıkmış bir tc vatandaşı olarak bana pahalı geldi. boyutlar büyük olsa tamamdı. bu arada metro konusunda şunu eklemem lazım, istanbul'u bilemem ama ankara'daki gereğinden kısa metroya alışmış bir insan olarak özellikle havaalanından gelirken baya sıkıldım. duraklar bitmeyecek gibi geldi.
neysa, eve geldik adeta nezih bir semt. evde şu an bir romanyalı bir de hong konglu çift var. hatta az önce çorba gibi bi şey yapmışlardı ondan ikram ettiler. avrupa turuna çıkmışlar. ev sahibim oldukça tatlış, üç çocuğu, bi tane labradoru var. köpek köpek dedim bakın ayağıma geldi. bana ilk akşam yaptığı çorbadan kalanı ikram etti. metro kartını verdi (tarihi geçmiş olduğu için kullanamadım gerçi) biliyorum ulaşım çok pahalı, sinir bozucu oluyor, kartını alana kadar bunu kullan dedi. madrid'de ulaşım için aylık kart kullanılıyor. metro de madrid yazarak google amcadan bilgi alabilirsiniz bu konuda. 23 yaşın altında olduğum için ben gençler içün olan kartı alacağım mesela. kartı tobacco shop'lardan alabiliyorsunuz. ama bayağı (bize göre) saçma çalışma saatleri. onu da şöyle öğrendim, okulun etrafında ne varmış buralarda diye dolanırken bi tane ankara cafe gördüm arkaaşlar, OHA TÜRK diye içeri girdim. içerde türk olmadığı gibi, türkçe konuşan da yoktu tahmin edersiniz ki. neyse ingilizce bilen bi kız vardı (bu konuya geliyorum birazdan) dedi ki tobacco shoplar sabah dokuz öğlen iki akşam beş dokuz arası açık. dedim ben onların amk. çünkü saat 2 buçuktu.
gelelim ingilizce meselesine, daha ilk günden kaç kişiye yol sorduğumu (internetim olmadığı için) sayamayacağım ama ingilizce bilenleri sayabilirim: BİR. kimse bilmiyor arkadaşlar. anadolunun kalbinde ayı gibi ingilizce kasıp sonra orda helak oluyoruz bakın. hadi yoldaki vatandaş bilmiyor, amk okuldakiler de bilmiyor? çalışanlar hadi bi derece, öğrenciler bilmiyor lan? bugün mesela ne aldığımı bilmeyerek yemek için bilet aldım, olay böyle işliyormuş. kafeteryada makine var bir tane yiyeceğiniz şeyi seçip bilet almanız gerekiyor. makineye dil seçeneği koymuşlar ama eng plz'e basınca bilin bakalım neyi çeviriyor sadece? OKEY - BACK. allah razı olsun. domuz eti vs. sorunlarınız varsa, diğer okulları bilemem ama, ispanyolcasını öğrenin de gelin. genel olarak herkes bi şekilde yardımcı oluyor ama, bu sabah metroyu bulmaya çalışırken iki kız benimle beraber bayağı yürüdü mesela ingilizceleri yetmediği için. anlatamayınca utanıp sıkılıyorlar falan. herkes güler yüzlü. yemek yerken tabakları toplayan kadın gelip hola falan dedi. herkes birbiriyle merabalaşıyor, kafalar raad. kafa raadlığına bi başka örnek de milletin metroda yere oturması. baya yayıla yayıla oturanlar var kimse iğrenmiyor. ki evde de ayakkabıyla dolaşıyor mesela ev sahibi.
eve yakın dia, lidl, ahorra mas ve adını hatırlamadığım m ile başlayan, ev sahibinin dediğine göre madrid'deki herkesin alışveriş yaptığı marketler var. lidl'e gittim dün. fişi buraya şutluyorum:
içinde ice-tea, cornflakes, süt, diş macunu, şampuan, sabun, meyveli yoğurt, makarna, domates sosu var. daha ucuzunu bulabilirim sanıyorum ama şimdilik durum bu.
sigara sadece tobacco shoplardan ve chinese shoplardan (illegal) alınabiliyor. sigara pahalı olduğu için çoğu insan tütün sarıyormuş. chinese shopları anlamak baya kolay zaten fdhlkg ucuz görünüyor amk -_- bugün dia'dan 1.72 euroya m&m's çakması bir şey aldım. tadı bayağı güzel. cacahuetes.
hava istanbul ankara arası. esince üşütüyor. ama tir tir titretmiyor hiç.
yarın ders seçeceğim. bizdekinin aksine derslerin saatini elle başka yere yazmak gerekiyor, uğraştıracak yani biraz.
şimdilik böyle. bayz
sigara sadece tobacco shoplardan ve chinese shoplardan (illegal) alınabiliyor. sigara pahalı olduğu için çoğu insan tütün sarıyormuş. chinese shopları anlamak baya kolay zaten fdhlkg ucuz görünüyor amk -_- bugün dia'dan 1.72 euroya m&m's çakması bir şey aldım. tadı bayağı güzel. cacahuetes.
hava istanbul ankara arası. esince üşütüyor. ama tir tir titretmiyor hiç.
yarın ders seçeceğim. bizdekinin aksine derslerin saatini elle başka yere yazmak gerekiyor, uğraştıracak yani biraz.
şimdilik böyle. bayz
geçen gün bol dedikodulu bi masada "bizim neslin tatminsizliği" gibi bir laf geçti, doğru. herhangi bir şeye şükretmeyi dinle olan/olmayan alakasız yetiştirilişimden dolayı zaten bilmiyorum. istemiyorum da. sürekli bi mutlu olamama hali yaklaşık olarak bi 6-7 yıldır içimde dolanıp duruyor. küçükken en azından harry potter'ın yeni çıkacak kitabını falan bekliyorduk, sonra remzi kitabevi'ne gidip alması büyük bir heyecan oluyordu. şimdi?
beni heyecanlandıran tek bir şey var, ama ondan da bi gün yapmaya başladıktan sonra zannettiğim kadar keyif almazsam ne olacak? insan dünyaya başka insanları tanımaya gelmiş olsa, yaşamaya değil de yani, içinde istemeden varolan şey insan tanıma isteği olsa her şey daha güzel olurdu gibi.
beş aylığına evde yokum, evde olmadığım yerde biraz mutluluk iyi olurdu.
sonra bi de ne yapacaksın ne olacaksın durumu var. thirties is the new twenties diye bi şeyler dönüp duruyor bi süredir, o ne abi? otuzumda şimdiki kafa karışıklığıyla ne yapayım ben ya. öyle iş olmaz olsun. bi yanda da alıp yürüyenler var. o derece net olabilmek iyi bir şey. düşünsene bir hedefin var ve ona doğru gidiyorsun. oh mis. ne olmak istediğimi hiç bilemiyorum ya. bi şeyler yapıyorum falan ama yapığım şeylerin hiçbiri sanki bir şey vadetmiyor. ya da tutkuyla falan yapacağım ne var? sanki iyi olduğum şeyleri yapmak istemiyorum yapmak istediğim şeyleri iyi yapamıyorum gibi. reklamcı olmanın bana heyecan verdiği bi dönem vardı mesela, artık yok. bi ara türkiye'nin öteki gündemi tadında bi şey vardı. hep iyi haberleri verdikleri. düşün şimdi o kadar kaybolmuşuz ki kimsenin aklına öyle bir program yapmak bile gelmiyor. ne bileyim ya biraz güzel şeyler olsa insanlığa inancımız kabarsa falan oo kendimizden geçsek en azından bi yarım saatliğine, olma mı.
bu arada o tatminsizlik olayının bi de şöyle bi boyutu var, hiçbir sınırlaması olmayan insanın sapıtması bi yerde, sınırlamaları yavaş aştığı halde tatmin olmayanlar var, BEN. neyse en azından yeniden kitap okumayı öğrenirim belki.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)