sanki hayatımda her şeyle uğraşabilirmişim de, o şeyin içine müzik giremezmiş gibi geldi hep. sanki bu kadar güzel yapamazmışım gibi. ben de dinleyici olayım dedim.
şu an zaten yüksek ihtimalle hiçbir yere gidemiyor olmamıza yeterince kafam atıkken sokakta umuma açık türkü yayını yapan yaşlı adamın radyosunu bazukayla falan vurasım var. çankaya'da yaşıyoruz lan bi de. nasıl bi kıroluk dönüyor semtte belli değil. türkü açanından, sokakta halı, araba yıkayanına, sarhoş olarak gelip bağır çağır kavga edenine, otoparkta düğün yapanına kadar. gecekonduculuk kafanıza sokayım be.
duyguları belli etme hadisesi tam olarak nerden sonra olayları boka sardırıyor bilemiyorum. bazı anları öğrendim, bazı anlarda duyguları belli etmemek gerektiğini; ama geri kalan yerlerde ya kendimi tutup hissettiğimin aksine davranıyorum ya uzak kalıyorum karşımdakine ya da freni boşalmış kamyon gibi, kendimi durduramıyorum. lakin genelde bu kendimi tutamadığım durumlarda aşırı hissettiğimden önce bi bloke olma anı yaşıyorum. bi süre ne desem ne yapsam bilemiyorum. yazıp siliyorum, ağzımı açıp kapıyorum ve genel olarak mal mal bakıyorum. sonrasında, hani eğer olur da o yığın gibi birbirine dolanan kelimeleri ayrıştırabilirsem, uçlarından tutup düzgün bi şekile sıralayabilirsem cümle kurabiliyor oluyorum.
bu mavi ekran verme süresi yüzünden bazen kendimi korkaklıkla, salaklıkla, üzerime bol gelen olgunluk taslamakla suçladığım oldu hatta hala oluyor; ama bi arkadaşıma göre ben ağzımdan çıkan kelimelerin kırıcı olmaması için çaba sarf ediyorum. kızgın, üzgün olduğumda veya kavga ederken kalakalmamın kendimi rahatlatıcı açıklaması bu olabilir belki, işin öteki yanındaysa, mutlu olduğumda, çok sevdiğimde, heyecanlandığımda, endişelendiğimde hissettiklerimi söylediğimde karşımdakinin gidebileceğini düşünmem yatıyor.
hissettiklerimi söyleyemediğimde ya da herhangi bi yolla ifade edemediğimde öleceğim sanıyorum. içimde, kafamda, karnımda, ellerimde, ayaklarımda sürekli bi şey dolanıyor oluyor. nefesim düzensizleşiyor, düşünme yetimi kaybediyor gibi oluyorum. iyi şeyler kötüye dönmeye başlıyor yavaş yavaş. hele ki hislerime sebep veren insan veya 'olay' benden uzaktaysa acı çekiyor oluyorum bir yerden sonra. kendimi sakinleştirmediğim her anın işkence olmaya başlaması yetmiyormuş gibi çevremdekiler de durumun farkına varmaya başlıyor bu kez. eh, sonrası beceriksiz geçiştirmeler.
cümle kurmaya başlayıp, bunu karşımdakine aktarabilecek hale geldiğimdeyse söyleyeceklerimin karşımdakine fazla gelmesinden korkuyor oluyorum. sanırım bir insanı en çok bakarak sevebiliyorum. dokunmak, tatmak, koklamak değil, karşımdaki insanın detaylarını incelerken seviyorum onu. sözcükler basit gelmeye başlıyor, basitliklerinden ya da aşırılıklarından korkuyorum, karşımdakinin gideceğinden korkuyorum. tıpkı bi erkeğin önünde ağlamaktan korktuğum gibi. içimi o kadar net görürse korkup kaçacağından korkuyorum.
yine de hepsine rağmen hiç görmediğim bi adam için endişelenip, onun için endişelendiğimi şakaya vuruyorum. sonra gün geliyor blog, şaka bana öyle bir vuruyor ki hissedip söyleyemediğim her şeyin içinde boğuluyor oluyorum.
yine de hepsine rağmen hiç görmediğim bi adam için endişelenip, onun için endişelendiğimi şakaya vuruyorum. sonra gün geliyor blog, şaka bana öyle bir vuruyor ki hissedip söyleyemediğim her şeyin içinde boğuluyor oluyorum.
ımmm deniz, kum, güneş..
yine ölüm gibi sıkıcı geçen bi yaz tatiliyle daha karşı karşıyayız sayın okur. film izleyip, internette her gün "aaa" "ooo" dediğim şeyler öğrensem de Bİ YERE KADAR LAN. güya çalışacaktım ama temmuz'da romanya'ya gideceğimden yalan olacaktı dedim dönünce bakarım. sonra annem ben dönünce sülalecek bi yerde buluşulmasına dair tatil planından bahsetti dolayısıyla temmuz ayına da böylece güle güle demiş oldum. şimdi ağustos'ta başlasam en az iki ay çalışmam gerekecek o da okulun açılmasıyla çakışacak muhtemelen. dolayısıyla şöyle bir soruyla karşı karşıyayız:
ağustos'ta ne yapacağım?
bu soru bi yerde sallana dursun bu aralar en büyük hobim on iki ila on dört saat arası uyuyup üstüne kalkıp durmaksızın yemek yemek. anneme göre durum günleri tersine çevirmemle alakalı bana göreyse -hazırsak cümle geliyor- ruhsal açlığımı doyurmakla ilgili çektiğim sıkıntı sevgili blog dostu... netice itibariyle öyle ya da böyle kıçımı kaldırıp hareket etmezsem yaz sonuna panda falan olacağım sanırım.
keşke param falan olsa da ülke ülke gezeceğim bi tatile çıksam.
kendime sayıkladım
bazen her şeyin hareket etmesi gerekiyormuş da hepsi oldukları yerde duruyorlarmış gibi geliyor. kurtarılmayı beklemiyorsun ve kurtarmak için fazlasıyla yorgunsun. asılı kalmışlık bazen fazla hafif. sivrisinek ısırıkları bile gün aşırı kaşınıyor ve her şeyin bir açıklaması olması gerekir mi diye sorduğumda cevap vermiyorsun. sessizliği hiç sevmiyorsun ve ölümden ödün koparken yaşamaktan emin değilsin. yine de yaşama dair hemen her şey seni heyecanlandırıyor. bir insanın sesini duymak istemekten daha yalın ne olabilir. ve bir kavganın tam ortasında tüm olasılıklar çok ağır. gecenin üç buçuğunda uzun zaman sonra eve dönüp çıt çıkarmadan yanına uzanmayı istediğin adam kim ve ne yapıyor, hiçbir fikrin yok.
ŞU AN NASI MUTLUYUM ANLATAMAM LAN. hayatımın en güzel günlerinden biriydi. uyumak için can atıyorum lakin bunu yazmam lazım. unutmamam lazım. beşiktaş iskelesi'nde bırakıldıktan sonra bir süre arnavutköy'e nasıl gideceğimiz konusunda araştırma yapsak da iki akbilsiz turist olarak sonuçta yine taksiye kaldık. indiğimiz yerdeeen sahil boyunca yardırdıktan sonra "oha oğlum tuvaletleri çok güzel lan" temalı bir yerde midelerimizi mutlu edip, geldiğimiz yönden geri yardırarak şimdiye kadar yediğim en güzel dondurmayı falan aldığımız bi yere uğrayıp dondurmaları yalayıp yuttuk ve denize karşı "hayat bu" sigarası yaktık. ikimiz de istanbul cahili olduğumuzdan birileriyle birlikte arena'ya gitmeyi kararlaştırdık. buluşma yeri olan kanyon'a giderken yine taksiye binmek zorunda kaldık ve taksici bayağı kafa adam çıktı. en son kanyon'da inerken arabada coldplay çalıyordu. buluşacağımız insanlar gecikecek gibi olunca bu kez de arena'ya kendi başımıza gitmeye karar verdik ve metroda "biissaaaniye hangisinden jeton alınıyor?" adlı ufak çaplı maceramızı da atlattıktan sonra kel kafalı ve pembe pantolonlu bi adama yaklaşıp "pardon biz arena'ya gidecektik" konuşması çektik ve adamın da yiğeniyle birlikte oraya gitmekte olduğunu öğrendik. tabi yiğen biz yirmilerinde beklerken otuzlarında bi adam çıkınca "yiğen? yiğen! yiğen." olmadık değil. lakin sağolsunlar sayelerinde arena'ya vardık. derken derken içeri girdik ve üç üç buçuk saatlik çile de böylece başlamış oldu. bekledik. bekledik. sonra yine bekledik. DERKEN. oldu mu saat on çeyrek e sonrası madonna'ydı lan. like a virgin'i çok değişik söyledi yalnız, o kadar harikaydı ki lan dedim, keşke aşık olduğum biri olsaydı da arayıp dinletseydim. gerçekten istedim bunu. AMA NERDE. seyircinin otuz yaş ve hatta üzeri insanlar olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim, çoğu çokafedersiniz mal gibi dikildi. madonna konseri lan bu. neyin tribi. ayrıca ya çok az kişi söyledik şarkıları ya da geçici işitme kaybı sen nelere kadirsin. neyse efenim çıkışta bi süre tedirgin alınmayı bekledim ve sonrasında hayatımda ilk kez kokoreç yedim kadıköy rıhtımda. midye dolmaları da mideye indirdikten sonra hayat bana güzel, bana harika oldu. tanrı'nın kıyak geçtiği bi gün yaşamış oldum. şimdilik bu kadar daha yardırır mıyım bilinmez, mutlu mesut halimle özet budur.
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)