boş beleş ve çirkin'e dönüşümümü tamamladım.

muş #1
muş #2

günlerden eski bir gündü, anne tarafının akrabalarından birinin oturma odasında oturuyorduk; çünkü salon sadece özel günlerde açılırdı ve oraya sık sık gidip gelen biz, özel gün misafiri olmayı çoktan geçmiştik. salon zaten soğuk ve fazla kasvetli gelirdi bana. eşyalar ağırdı, ıvır zıvır bir şey yoktu, olanlar da kapaklı dolaplara gizlenmişti. ne kadar kalabalık olursak olalım, salonu oturma odası kadar dolduramazmışız gibi hissederdim.  

evin dört kızı vardı. en büyükleri aynı zamanda en ufak tefek olanlarıydı. o dönem bir bankada çalışıyordu ve sürekli işle ilgili bir takım problemleri oluyordu. bir küçüğünü bir keresinde odanın ışığını kapamış, ranzanın alt katında uzanmış telefonla konuşurken görmüştüm, yanına gidip uzanmıştım. sonra telefonda konuşurken ağlamış mıydı emin olamıyorum. ama sanırım önceki gece ağlandığında ertesi sabah gözlerin şiştiğini ilk orda duymuştum, garip gelmişti ama sanki en büyük olanlarında kanıtını da görmüştüm. stabilo'ları ilk defa evin ikinci kızında, mutfakta o köşeli sedirde otururken görmüştüm. elimde çevirip incelemiştim. aynı kızın nişanı veya düğünü öncesinde (ya da sonrasında) evde benimle ilgilenmediği için bozulmuş, surat asmıştım. evin üçüncü kızının yeşil gözleri vardı (belki de lensti), bana göre en güzelleriydi ve en seyrek gördüğümdü. bir keresinde benim için o zamanlar yalnızca karın ağrısı olan bir şey yüzünden yatakta kıvranırken hatırlıyorum onu, babasının sıcak su torbası getirdiğini sonra.

evin dördüncü kızı, doğal olarak bizimle en çok vakit geçirendi. iskambil kağıtlarıyla oyunlar oynardık, odasında bir tuvalin üzerinde, ne zaman gelsem orda olan, vazoda papatyaların olduğu bir resim dururdu, masasını karıştırmama izin verirdi (diğerlerinin daha çok makyaj malzemelerini, çekmecelerini karıştırırdım), yanılmıyorsam evin hala okuyan tek kızıydı. bileğe bağlanan ipleri ilk kez onda görmüştüm, "sana da yaparız" demişti, sanırım sonra kendim almıştım.

genel olarak o evde, şimdi de olduğu gibi, izleyici konumundaydım. bizimkinden çok farklı bir düzende işleyen bu evi boyuna izlerdim. mutfakta belki de yüzüncü kez gördüğüm dolap açıp kapamalarını, balkon kapısını yine de sıkılmadan izlerdim. ya da belki de sıkıldığım için her defasında farklı detaylar görmek adına daha fazla bakardım. o eski günde oturma odasında otururken de yine izliyordum, bir yandan da koltuğun koluna sabitlediğim kitaptan ödev yapmaya çalışıyordum. odada bir sineğin varlığı fark edildi ve evin babası olaya müdahele etmek amacıyla ayaklandı. evin dördüncü kızı, L şeklinde duran kanepelerin uzun olanının başında sandalyede oturmuş çay içiyordu. evin babası elindeki gazeteyle sineğe bir iki hamle yaptı, başarılı olamadı, derken ani bir kol hareketiyle sineğe öldürücü darbeyi indirdi ve indirmesiyle birlikte daha önce duymadığım bir sesin çıkmasına neden oldu. kısa bir süre aralığında sesin ölüme yollanan sinekten geldiğini zannederek şoka girdim fakat "nereye gitti" sorusuna, evin dördüncü kızından gelen "tabi ki de benim üstümeeeııyyyy" cevabıyla gözlerim ve şokum geldikleri yere geri döndüler. 

bundan birkaç sene sonra otobüste evin dördüncü kızını gördüm, o beni görmedi. selamlaşmadık. o eve içine ölümlerin ve evliliklerin karıştığı uzun bir süredir gitmiyoruz, onlar da bize gelmiyor.
sanırım en kötüsü sevdiğimiz insanlara karşı hissettiğimiz o anlık yabancılaşma duygusu. geriye itmek istediğimiz, görmezden gelmek istediğimiz ama üzerimize, özelikle dudaklarımızın iki kenarına oturan, "çok farklıyız, farklı yerlerdeyiz" hissi.

neden, ne için hayatında yer alıyorum, olsam ne olmasam ne. bilerek üşütmenin bile mantıklı geldiği anlar oluyor. sonra dönüp kendi kendime kızmak için yine nedenler bulabiliyorum böylece. 

çevremdeki her şeyin sadece geçmesini bekliyorum. sanki, eğer varsa, o tatmin duygusu hiç gelmeyecek. her şeyin bittiğine inanarak yaşamak kadar aptalca bir şey yoktur belki de; ama o siktiğimin bilinci gelip kafamın ortasına oturunca kalkmıyor. 

bu kadar "tribin" önünde sonunda çok yalnızım ağlamasıyla bittiği bi döngü varken, herkesten uzaklaşsan ne uzaklaşmasan ne.
bu haftayı cumadan sonra geberip gidecekmişim gibi bir hisle geçirdim. cumadan sonrasını göremiyorum. üzerini ucu sonu belli olmayan bi karanlık kaplamış gibi. okul başlasın istiyordum. çok da memnuniyetsiz değilim belki, kendi kendime kaldığım süre kısaldıkça daha az düşünüyorum. yine de olanlar ve olması gerekenler hala yerli yerinde değil gibi, seni kaybettiğimi hissediyorum. yavaş yavaş insanlarla olmaktan yoruluyorum yine, yavaş yavaş büyüyor içimdeki şey, hissedebiliyorum. olması gerekenlerle oluyor olanlar birbirini dengelemiyor. ayaklarımı yine hissetmiyorum ve inatla geç yatıyorum, sabah küfrederek kalkıyorum. hayatımda ilk kez dün kütüphanenin o bölümünü o kadar boş ve kasvetli gördüm. kurduğum hayallerin her birine "daha zamanı var" demekten, kendime kendimi anlatmaktan yoruldum. seni kaybediyorum, hissedebiliyorum. 
dedi ki, eğer uğraşırsam iyi çizebilirmişim, eğer üstüne düşersem olurmuş. oturup sadece çizmek istiyorum, sırtıma, boynuma, gözlerime inat çizmek istiyorum.

"10 yıldır kimsenin yaşam tarzına müdahale etmedik"