cozia'da da bi önceki yazıda belirttiğim gibi sadece bir kilise vardı. burda insanların cehennemde yanmalarını istedikleri -ya da sallıyor da olabilirim nefret ettikleri diyelim- insanların adlarını bi kağıda yazıp rahiplere verdiklerini ve rahiplerin de listede adı yazılı olan insanlar için tanrı'dan af dilediğini öğrendim. bi ara tuvalete gitmek istedik üç kişi lakin gördüğümüz alaturka daha önce gördüklerimize hiç benzemiyordu ve içine düşeceğimizden korkup çişimizi beraberimizde taşımaya devam etmeye karar verdik. aynı zamanda "holy smell" diyebileceğimiz bir koku da mevcuttu içerde tabi.
yolculuğumuz sibiu'ya doğru devam ederken ben de yanımdaki aynı zamanda oda arkadaşım olan kızın horlamasına sinir olmaya ve içime içime ağlamaya devam ettim ve en büyük korkularımdan birinin de horlamak olduğuna karar verdim. sibiu eski mimari yapının çok fazla bozulmadığı, sevimli bir yer. meydanı bana nedense adaları hatırlattı. burda aslında müze gezecektik lakin on dokuzuncu yüzyıl resimlerini gezdikten sonra geç kaldınız diyerek bizi müzeden kovdular. biz de şehri gezeceğimize "çok sıcak alaam" diyerek bi yere oturduk. oturduğumuz yerin hemen yanında ikinci el dükkanı vardı ve inanılmaz heyecanlanmıştım lakin kapalı olduğunu fark ettik. avrupalılar ve harika mesai saatleri diye azıcık üzüldükten sonra "türkiye'den geldim ve dükkanınız kapalıydı, kalbim kırıldı" diye bi not bıraktım kapının altına.
gece kalacağımız yere vardığımızda hiçbirimiz odaların 4-6-8 kişilik olduğunu bilmiyordu tabi. önce bir "NASIL" dediysem de kaderime boyun eğdim, nasılsa bir geceydi ve muhtemelen nasıl uyuduğumu hatırlamayacaktım bile çünkü gece "national drink party" vardı ve biiir sürü içki olacaktı. uzun zaman sonra voleybol oynadığım ve yine bol bol sineklere yem olduğum bi gece geçirdiysem de kafaları falan bulmadım, sadece çakırkeyif oldum, lakin o birayı dökmeseydim ilerleme kaydedeceğime inanıyordum. ama sanırım bi süre daha içkiyle aram olmadığı gerçeğini kabullenerek yaşamaya devam edeceğim. neyse ki muhabbet arasında tek olmadığımı anladığım insanlarla konuştum da hüznüm biraz azaldı. yine de yorgunluktan nasıl uyuduğumu hatırlamayarak yatağa yattım ve zaten yine sabaha kadar muhabbet edip odaya gittiğimden yirmi kişi de kalıyor olsak fark etmeyecekti.
gelelim asıl işkence gününe. pazar günü yine sekizde yola çıkmak üzere sürüne sürüne uyandık ve sighisoara'ya doğru yola çıktık. yolda iki uyuyup beş uyanarak, yanımdaki horlama sesini dinleyerek acı çekerken otobüs yolculuklarında uyumama kararımın ne kadar mantıklı bir karar olduğunu yeniden kendime kanıtlama fırsatı buldum. bükreş'e doğru yola çıktığımızda ise saatlerdir çekmekte olduğumuz eziyetin aslında hiçbir şey olduğunu fark ettik; çünkü şehirlerarası yollar romanya'nın bir tayyib'i olmadığı için duble yol değildi, tek şeritliydi ve pazar günü olduğundan deli bir trafik vardı. uyuyup uyanıp sadece on kilometre gitmiş olduğumuzu fark etmenin hissiyatını, otobüsteki sıkışmışlık ve yapış yapışlık duygusunu istesem de anlatamam. diyeceğim tek şey şudur ki öldürseler otobüsle gitmem oralara bi daha. gece saat on gibi yurtlara döndüğümüzde ve kendimi duşun altına attığımda üzerimden bir ton kalkmış gibi hissettim üstelik bir haftanın sonuna geldiğimizden ertesi gün istediğim kadar uyumak da cabasıydı.
pazartesi günü bi takım alışverişler yapmak için tekrar şehir merkezine indik C ile ve iki liraya gayet doyurucu şinitzel sandviç alabileceğim bi yere götürdü beni. yanisi romanya'da bazı şeyler anlamsız pahalıyken (örneğin flormar ojenin 3,5 lira olması gibi) bazı şeyler anlamsız ucuz. sonra saat altı buçukta duty free'den alışveriş yapmak ve bi an önce artık kendi kendimle başbaşa kalmak istediğimden havaalanına doğru yola çıktım. istanbul'a gidişte yine şansım yaver gitti ve cam kenarı boş kaldığından ortada oturmak zorunda kalmadım. üstelik bu sefer sadece bir asyalı vardı. gerçi arkamdaki arap olduklarını tahmin ettiğim üç adamın konuşmaları da asyalıları aratmadı değil ama olsundu. bu arada check-in yaparken tumblr'da görüp ağız suyu akıttığımız çocuklardan vardı bir adet ve "model değilsen kendine çok yazık ediyorsun güzel karşim" dedim, tabi içimden. aynı uçakla istanbul'a gidiyorduk ama maalesef koltuğu benden fersah fersah uzak idi. yoksa bekleme salonundaki bakışmaların devamını getirmemek yüce tanrı'mın sunduğu nimeti reddetmek olacaktı dfhglkjd. koltuğu çıkışa çok yakın olduğundan kendisini bi daha görmedim lakin fotoğraflarda gördüklerimin gerçek olduğuna artık inanabilirim.............
istanbul'da tahmin ettiğim gibi iç hatları kendi kendime bulamadım, bulduktan sonra ise uçağı beklerken bir telefonda konuşma özürlü olarak hayatımda yaptığım en rahat ve keyifli telefon konuşmasını gerçekleştirmiş olabilirim, yaklaşık bi saat nasıl geçti anlamadım. ankara'ya iner inmez havanın soğukluğu karşısında saygı duruşunda bulundum ve ankara'nın sevdiğim yanları hanesine bi çizik ekledim.
temmuz yangındır, gitmek güzel.
edit| daha da erasmus'a kadar bu kadar uzun yazı yazmam herhalde lan. neyse iyi oldu, unutmak istemiyordum, unutmamış olacağım.
edit| daha da erasmus'a kadar bu kadar uzun yazı yazmam herhalde lan. neyse iyi oldu, unutmak istemiyordum, unutmamış olacağım.
2 yorum :
tamam baby face i anladık ama onu C. ile aynı paragrafta anma bari yazık cocuğa belki okuyordur :)
şaka bir yana okuguduğum en iyi ve keyifli yolculuk yazılarına 'bi çizik daha ekledim '
c türkçe bilmiyor ;)
tenks.
Yorum Gönder