-kör olmamak için reader'dan okunacak yazı-
on iki saat uykuya rağmen hala acayip uykum var. bi hafta uykusuzluğu ne kadar uyku kurtarır hiç bilemiyorum. romanya'ya göre ankara'nın havası şu an o kadar güzel ki kelimelerle tarif edemiyorum. nem neymiş, kuru havanın gözünü, ankara'nın gece serinliğini seveyim.
pazartesi gecesi bavuluma kavuştuktan sonra gerisini çok fazla hatırlamıyorum desem yeridir, zira devamlı olarak aklımda yorgun olmak, çok yorgun olmak, sıcak olması, çok sıcak olması'ndan başka bir şey dolanmıyordu. ah bi de duş almak tabi. zaten hava çok sıcak olduğundan planlar değişmek zorunda kaldı, büyüklüğüyle övünülen parlamento binasını da içinde bi takım görüşmeler olduğundan gezip göremedik. workshop'lar düşündüğümden çok daha az akademik boyutluydu aslında, derslerde yapılan klasik sunumlardan çok da farkı yoktu, öte yandan ben de ne beklemem gerektiğini bilmiyordum zaten. yani normali bu bile olabilir.
sabah kahvaltıları tahmin edildiği üzere bizim kahvaltı kavramımızdan fersah fersah uzaktı ve zaten sabaha karşı uyuduğumuzdan yedi buçukta olan kahvaltıya kalkmak yerine ikinci günden itibaren uyumayı tercih ettik ya da en azından ben ettim. toplamda, üç kişi birbirimizi tanıyor olmak üzere dört türk'tük. avrupa'nın hemen her yerinden insan vardı sanıyorum ki. öğle ve akşam yemeklerini üniversitenin yemekhanesinde yedik ve menü çok da fazla değişiklik göstermedi. dört çeşit yemek (ızgara domuz eti yanında püre veya patates kızartması, balık kroket, kremalı tavuk ve ciorba de bi şey. evet çorba aynen bizdeki gibi bi söylenişe sahip ve bazı kelimeler ortak. hatta ciorba de burta bildiğimiz işkembe çorbası oluyor.) ve gün aşırı değişen üç çeşit tatlı (ekler, ekler benzeri kremalı bir şey, rulo pasta). unutmadan, tabi ki lahana salatası. adamlarda lahanadan bol bir şey yok çünkü. bu şekilde sayınca kulağa hoş geliyor olabilir tabi ama sürekli orda yediğinizi düşünmek istemezsiniz ve tatlıların tadı kremada kullandıkları malzemeden dolayı mıdır nedir artık çok da güzel değildi. ankara'da hiç devlet üniversitesinin yemekhanesinde yemediğim için karşılaştırma yapamıyorum ama verdiğimiz parayı düşünürsek idare eder yemeklerle karşılaştık diyebilirim. bu arada ekşiyle tatlıyı karıştırmak gibi bir huyları var yemeklerde ve bana pek de güzel gelmedi açıkçası. örneğin fırında makarna yapıp hem şeker hem limon koyuyorlardı, ana yemek sanıp aldığım şey tatlıya karışık abuk bir yemek çıkıyordu.
ilk iki gün her yere yürüyerek gittik lakin sıcaktan ötürü insanlar isyan edince otobüse geçiş yaptık. ama ülkenin toplam nüfusu sırf istanbul'da yaşayan nüfustan az buçuk fazla olduğu için genelde yarım saate yakın otobüs beklemek gerektiğinden çoğunlukla -tabi ki gölgeden- yürümeyi tercih eden bi kaç kişi olarak onlardan on dakika sonra varıyorduk yurda. otobüslerde klima kavramı yok ve bildiğimiz pop müzik çalıyor. hepsi kartlı ve bizdeki gibi bir saat içinde tekrar kullanırken veya metroya binerken ücretsiz binmek diye bir şey yok. her defasında kartı okutmak gerekiyor. havaalanına gidişte ise üç katı para ödüyorsunuz ve yolda görevliler otobüs içinde dolanarak kartı kontrol ediyorlar. hatta giderken adamın biri bi kez okuttuğu için 50 lei ceza ödedi. yorgundum basmayı unutmuşum gibi numaraları yemiyorlar ama onun dışında şehir içi hatlarda çok da sıkı bi kontrol olduğu söylenemez. tabi ki de bir türk kafasıyla "bedavaya binersin ki lan" diye aklımdan geçirmedim değil. hatta bir ara kartları delerek ücret aldıklarını belirledikleri dönem romanya'daki öğrenciler de bazı cinlikler yapıyorlarmış. bu arada yanlış anlamadıysam öğrencilere kan vermeleri durumunda ücretlerde tekrar indirim sağlanıyor. insanları yöneltmek adına güzel bi uygulama olduğunu düşündüm.
yurtlarda perde ve halı yok. kaldığımız oda giriş katındaydı, perdemiz yoktu ve oda arka bahçeye, yan yana üç bar-kafe tarzı yere bakıyordu artık ne kadar ne gösterdik bilemiyorum. tuvaletlerde taharet musluğu yoktu ve yo dostum yo, bu önemli bir detay. plastiği yurtdışından ithal ettikleri için su oldukça pahalı. yurdun hemen yakınında carrefour vardı, ordan aldığım dokuzlu içme suyu 1 küsur lei iken büfeden 3 lei'ye alıyordum ki o da 1,5 lira demek oluyor. gerçi genel olarak bize içme suyu sağlıyorlardı ve terleme öyle bir boyuttaydı ki litrelerce su içmemize rağmen günde bir kez falan tuvalete gidiyorduk. (evet, tuvalete gidilebilen yerler kısıtlı olduğundan milletin çişinden haberim var. ya yurtta gidiyorduk ya da gittiğimiz barlarda.)
şehrin her ne kadar bana göre her yanı gezilip görülecek gibi geldiyse de tabi ki de orda yaşayan insanlar için belli yerleri önemliydi ve yaptığımız turda çok da fazla şey gördüğümüzü söyleyemeyeceğim. zaten yazılışı okunuşu ayrı dünyalar olduğundan yerler aklımda sadece görsel olarak var, adları hakkında çok bir şey bilmiyorum. aynı şey önemli devlet adamları ve efsaneleri için de geçerli. ama romanyalı'ların az biraz kafadan çatlak olduklarını gösteren şeyler öğrenmedim değil. örneğin son krallarının görüşmeye geç gelen birine hediye olarak saat göndermesi ve görüşmenin yapıldığı yerdeki sandalyenin rahatsız olmasının kısaca "kısa kes" demek anlamına gelmesi gibi. ayrıca yurda giden yolda ikiye ayrılmış bir yapı var çünkü binanın iki sahibi anlaşmazlık yaşamışlar ve binayı ikiye bölmüşler. makine o sırada yanımda olmadığından fotoğrafına sahip değilim lakin genelde birlikte geziyor olduğum çocuk mimarlık ve tarih okuduğundan bana ilginç şeyler anlatıyordu böyle arada. bu arada devlet ikinci üniversiteyi okuyanlara destek vermiyor, miktar fazla olmasa da kendileri karşılamak zorunda kalıyorlar. lise bitirme sınavı bizde özel bi programda okuma gerekliliği isteyen ib sınavları, yani benim lise dörtte bi yandan öss'ye bi yandan mayıs finallerine çalışmamı gerektiren sınavlar. üniversiteye girmek için ayrıca bi sınava girme olayını zaten ilk seferinde algılayamadı yanımdaki çocuk. (yanımdaki çocuk da neyse, kısaca C diyelim.......)
gece eğlencelerine gelirsek genel anlamıyla eğlenirken bizim kadar sağlarını sollarını düşünmüyorlar. poz kesmek amacında değiller ve erkekler gayet iyi dans ediyorlar. hatta ikinci gece gittiğimiz el comandante'de dansı başlatanlar onlar oldu. türkiye'de erkeklerin salınmasına alışkın olan bünyemin buna şaşırdığını belirtmem lazım. barda öylesine birine bana bi içki tavsiye etmesini söyledim menüyü algılayamadığımdan, tavsiye ettikten sonra bana tekila shot ısmarladı ve ısrarcı olmadı üzerine ki takdir ettiğim bi başka davranış oldu. çalınan şarkılar ıptıs çıktıs gitmiyor ya da en azından gittiğimiz yerlerde öyle değildi lakin pop müziklerin yanı sıra bir reggea kafası hakim. (sanıyorum ki komünizm etkisi) içkiler oldukça ucuz örneğin 10 tekila shot 50 lei idi. ama tabi gidilen yere göre de değişiyor. öte yandan bize normal gelen fiyatlar, mesela tunalı'daki içki fiyatları, onlara oldukça pahalı geldi ve bi bira fiyatına üç bira alabileceğini söyledi C gittiğimiz karaoke barda. karaoke barlardayken fark ettiğim bi şey de amerika kültürüyle yaşıyor olduğum gerçeği oldu bu arada; çünkü söyledikleri çoğu ingilizce şarkıya "bu ney ya" tepkisi verdim. gece kulüpleri de sıcaktan paylarını alıyorlardı tabi iki şarkıda dans ettikten sonra kırk derecede yanıyor hissi sarıyordu her yanımı zaten tüm geceyi içerde popo sallayarak geçirmek yerine C'yle birlikte turlayıp muhabbeti etmeyi tercih ettim. gece üçte dörtte şehir merkezinden yürüyerek yurda dönmek hayatımın en güzel anlarından biri oldu hatta. arada çıkıp eğlenmek dışında parti görl olmadığımı kendime bi kez daha kanıtlama fırsatı buldum kısacası romanya gecelerinde. onun yerine geceleri yolda bi yerlerde oturup muhabbet etmek bana çok daha fazla keyif veriyor.