gibime geliyorlar.

güneşli pazarlarda hiçbir şey yapasım gelmiyor. evin içinde, perdelerden sızmaya çalışan güneşin giderek kafamı ağırlaştırmasını bekliyorum yavaşça. pazarları ev çok kalabalık oluyor. kalabalığı kafam kaldırmıyor. bir eve dört kişi çok fazla. kafam. çok ağır. uzakların hesabını kimseden sormuyorum artık. alıştım ve öğrendim özlememesini. daha iyi ne olabilir. daha iyi ne. izlerin hiçbirini hatırlamıyorum. hiçbiri kalıcı değil. çirkinsin. çok fazla çirkin. siniz. sen ve sizler. 
bazen kalbim paramparça elime bırakılmış gibi hissediyorum. aynaya baktığımda gördüğüm yüz ben değil.. onu özlüyorum, onu o kadar özlüyorum ki evin içinde dolanırken kokusu burnuma çarpıyor. geceleri uyuyamı-

değil tabi. beş gündür evden çıkmadım. beş günün dördü hayatımın ilk işini yapmakla ya da daha dürüst olmak gerekirse bi noktadan sonra çuvallamakla geçti. evden çıkasım, yarın teslimini yapmam gereken projeyi çöpe atıp yeniden başlayasım hiç yok; çünkü ciddi anlamda bıktım. insanların yüzünü görmeden geçirdiğim her gün bana iyi geldi. şimdi tekrar aralarına karışmak zor ve yorucu geliyor. onun yerine çok uzun zamandır ertelediğim kitapları okumak, filmleri izlemek, üretmek istiyorum. bıraksalar böyle yaşayabilirim gibi bi süre, hiç zorlanmadan. öte yandan "üretmek" dediğimiz süreç içinde hissettiklerim kendimden şüphe duymama yol açıyor. bi yerden sonra istemiyorum, yeter diyorum, sevmeden yapıyorum. seçtiğim şey gerçekten bana uygun olan mı, yoksa kendimi mi kandırıyorum, başarılı olabilecek miyim geçekten, hiç bilmiyorum.

"mısırlarım kırıldı"

on yıl önce bu zamanlar hayattan nefret ettiğime dair buhranlı cümleler döşüyordum günlüğüme. on yıl sonra evde birkaç aylık bi bebek, iki yaşında bi bebek ve dokuz yaşında bi kız çocuk varken ilk defa gerçekten "evin büyüğü" sıfatının içine dahil olduğumu fark ettim. zamanın hızlı geçiyor olması klişeden öteye geçince bazen korkutucu oluyor. sanki yaşamak istediklerimi o arada kaçırıyormuşum gibi hissediyorum. canım istediğinde gidebilmem için üç yıla daha ihtiyacımın olması sinirimi bozuyor.
ben stresli olduğumda deli gibi kaşınıp kabarıyorum ve bu, hiç hoş değil. ve çenem. ve boynum. kızarık ve kabarık. hoş değil.
bugün ölüyor muyduk tozdan topraktan?
bir insana inanıp güvenme isteğimin içimde debelenerek ölüm kalım savaşı verdiğine dair düşüncelerim giderek pekişiyor.
sonra rüzgar esti. aldırmadım ben. gözlerimi kapatacak kadar saçım bile yok nasılsa. dedim yürü, bu iş böyle olmaz.

insanlar kötü
kötü
ü

ü

dedim. ağladım sonra. uyumazsam ağlarım, bırak uyuyayım diyemedim, sordukça ağladım. burnum çok aktı. mutfağa gizlice sızıp peçetelerden çaldım; çünkü biri ışığı açsa, duramazdım.

bir kelime seçersin, yanına bir iki bir şey eklersin, vursan o kadar acıtmaz, açtığın yarayı dikemezsin.

sonra nasıl durgun. nasıl yatışmış her şey ve o baş ağrısı geçtiğinde nasıl hafif dünya. insanlar nasıl yoklar senin için. nasıl hiç var olmamışlar.

birini, dedim gerçekten eklersem kendime bir gün, belki o zaman. bakışının ardında kaç sen var, bilemem ki.

"Kırılıverir bazen kalbim. Dokunamam bile karşımdakine. Bunca derinden hissedişim, bunca abartışım hayatta “duygu” dediğim ve benim inandığım tek gerçeği, normal mi şimdi? Görmezden gelsen, alttan alsan herkesi. Görmesen, gördüğüne inanmasan, kurmasan kafanda girizgahtan sonra gelebilecek çözülmeyi ve ihtimallerin olmasa hayatta yani geldiği gibi alsan hayatı..niye bu kadar karışık olasın zaten bunca karışıkken hayat? Yalnızlığa mahkumsundur zira duramaz kimse böylesi sorgular gözlerle yanında. Gözlerin açılmak için değil akşam oldu mu kapanmak, uykuya dalmak için değil mi?"