şimdi size bir takım gereksiz şeylerden bahsedeceğim.
bir yıldır gitmekte olduğum kuaförün ilk kesimlerinin hiçbirini beğenmiyordum ve hep evde yaklaşık bir ayı aynaya bakıp kendime küfrederek geçiriyordum, kısa saç çabuk uzuyordu ama uzayınca da modeli bozuluyordu ve kuaför bedaaava ense tıraşı yapmaya pek de yanaşmıyordu, lakin eve oldukça yakındı ve harika kesmese de sonuçta kesiyordu, kısa saç olduğu için de önüme gelen kuaföre gitmeye cesaret edemiyordum. derken gece yarılarında profil piççırlarını incelemeye aldığım kısa saçlı bir güzel kardeşime kuaförünü sordum ve oraya gittim bu kez ense tıraşına.
aradan bir buçuk ay falan geçti, ensem hala uzamış değil ve durumdan oldukça memnunum FAKAT. kaşçım (kelimeye bak amk) ihanet ettiğim kuaförün ta kendisinde çalışıyor ve her ne kadar üç kuruşluk kaşlara sahip olsam da neticede şekillendirilmeye ihtiyaçları var ve artık zamanı geldi; ama ensem hala buram buram ihanet kokuyor ve tıpkı kısa saç gibi kaş da tehlikeye atılacak bir kıl topluluğu olmadığından GERÇEKTEN DE oradaki kaşçıya gitmem gerekiyor. bu sebeplerle annemle saçımı kesen aamet bey'in izin günlerini tahmin etmeye çalışıp hangi gün gidebileceğime dair tahminler yürütüyoruz çünkü hemen her günü ona ayıbolmasın buna ayıbolmasın'la geçen şahsım için oraya gidip de "merhaba ben geldim aha bu da ensem" demek herkesin ortasında altıma yapmamla aynı derecede utanç verici bir mevzuya denk geliyor.
bir diğer konu ise ayakkabı. odtü şenliği'nde yağmur ve çamur sebebiyle harab olan converse'lerimi çöpe gömdükten sonra "artık converse devrini kapayayım ya" diyerek keds denemiştim LAKİN ayaklarım kırk numara olduğundan ve keds ya kırk üretmediğinden ya da kalıpları dar olduğundan bir şekilde olay hüsranlı bitmişti. sonra benzer tarzda ayakkabıya denk gelmediğimden istiklal'den yirmi liraya aldığım ayakkabılarla idare ettim bir süre, ki hala da ediyorum ama neticede ayakkabı yirmi liralık anlatabildim mi? neyse bugün çıktık ayakkabı bakındık. günlük giyebileceğim bi bez ayakkabı buldum yine bi de uzundur istediğim topuklu botlara baktım, bi tane çok beğendiğim bi ayakkabı buldum sonra "diğer yerlere de bakalım da yea" diyerek dolanmaya devam ettim.
ve dostlar her şey beta'da o ayakkabıya denk gelmemle başladı. ayakkabı kotun altında tam olarak güzel durmuyor ama etek ve külotlu çorapla kafamda kurduğuma göre oldukça sevimli olacak, azıcık topuğu var ve oldukça rahat. FAKAT. kotun altına giyilemiyor olması, benim de üzerimde güzel duran fazla etek bulamadığım gerçekleri birleşince kendisini oldukça seyrek kullanabileceğim gibi bir sonuç çıkıyor. son olarak tunalı'daki bir mağazada gördüğüm ve hala deneyemediğim bir ayakkabı daha var ve içten içe giydiğimde güzel durmamasını diliyorum çünkü PARA YOK AMK.
bu buhranlı ayakkabı bölümünü de geride bıraktıktan sonra gelelim sergiye gitme ve sosyal fobi konularına. orta okul yıllarından bu yana kendisiyle habersiz mücadelemde güzel gelişmeler gösterdiğime inanıyorum, zira insan içine tek başına çıkmaya başladığım ilk dönemlerde suratım kıpkırmızı oluyordu, terliyordum, kalbim küt küt atıyordu, önüme bakarak yürüyordum ve herkes bana bakıyormuş gibi hissediyordum. hala tunalı'da dişçiye giderken karum tuvaletine sığınıp sakinleşmeye çalıştığım günleri hatırlıyorum mesela. dediğim gibi sonradan insanları inceleye inceleye nasıl kişiliklere sahip olduklarını, ne düşünebileceklerini tahmin etme konusunda kendimi ilerletince bu durum da oldukça azaldı; ama bu kez de "onların yaptıklarını yapmamak" uğruna çekingen, fazla düşünen, alçak sesle konuşan bir insan oldum (çünkü insanlar otobüste veya toplu olarak bulunulan yerlerde çok yüksek sesle konuşuyorlardı ve durumdan oldukça rahatsız oluyordum/um, dolayısıyla ben öyle yapmamalıydım. hatta telefonla konuşma özrümün temelleri de buraya dayanıyor.), gerçi kendimi bildim bileli öyleydim ama kişiliğimin bir parçası olduklarına karar verdim gibi bir şey oldu.
en son vardığım nokta geyik yaparak bir şeyleri kapamak ve kendimi kollamak oldu aslında, yani "şakaya vuruyorum" derken gerçekten dalga geçmiyorum; çünkü insanlara gerçekten hissettiklerimi söylediğimde olumlu ya da olumsuz, iyi şeyler olmadığını gördüm. yazmak söylemekten hep daha kolay geldi bu yüzden. en azından kimsenin tepkisini aniden karşımda görmedim. düşünmeleri için zaman yarattı böyle olması ve ben bir şekilde yine kendimi korudum ve belki de itiraf etmek gerekirse yüz yüze konuşmalardan kaçtım.
bu kadar laf salatasını bi kenara bırakırsak diyeceğim şuydu, insanlara beni reddederler diye sergiye gitme teklifleri yapamıyorum ya da önce bi ölçüp tartıyorum hayır derlerse ne olur diye, ancak ondan sonra. tek gitmem gibi bi durum söz konusu olduğunda da yukarıda anlattığım şeyler olmaya başlıyor. geriliyorum, insanların hakkımda varacakları yargıları düşünüyorum; çünkü bazen bilmiyorum ben mi manyağın teki oldum çıktım ama okulda daha aramızda iki metre mesafe olmadan arkamdan konuşan insanları duyuyorum ve sinirim bozuluyor. tamam konuş, herkes yapıyor da iki dakika bekle amına koyayım ya. bekle de uzaklaşayım.